Karşıdevrim süreci ve yoksullar için laiklik
Bugün muhafazakâr devrim denen şey bir karşıdevrimdir. Devrimcilik kimsesizlerin kimsesi olma mücadelesiyken karşıdevrimcilik zenginlerin yediği içtiği dökülen kırıntıların yoksullara dağıtıldığı bir kara düzendir. Laiklik, herkes için kazanılması gereken bir eşitlik mücadelesidir.
Yaşar Kemal’in 2 Temmuz sonrası Madımak önünde yaptığı konuşmada söylediği, “Yakanları da lanetliyorum, yaktıranları da. Burada en büyük suç devletindir. Bu hikâye 40 yıl önce başladı, bu bir birikimin sonucudur” sözleri geçtiğimiz günlerde yeniden gündem oldu. Konuşma 8 Temmuz 1993’te videoya kaydedilmişti. Demek ki Yaşar Kemal’in “40 yıl önce” dediği günler 1950’li yıllara tekabül eder.
Tanzimat’tan bu yana süren modernleşme çabalarının özünü anayasal eşitlik tartışmaları oluşturur. Bu eşitlik, gücünü tanrıdan alan ve soya dayalı iktidarların da tartışılmasını beraberinde getirir. Eşitlik talebi, bağnaz dinsel yorumların siyasetin dışına çıkmasını da talep etmek zorunda kalır. Kadınların kaçgöç uygulaması ile eve kapatıldığı günlerden siyasette etkin olduğu, mitinglerde erkeklerle birlikte konuştuğu günlere geçiş, bu taassupla mücadeleyle el ele gider. Cumhuriyeti kuran kadroların devrimci çizgisi, laiklik uygulamasıyla yasalar karşısında herkesin eşit olduğunu ilan ederken, bağnaz düşünceyle hesaplaşarak aklın ve bilimin toplumsal yaşamda hâkim olması gerektiğini savunur. Geri kalmış ve bağımlı hale gelmiş devletin, bağımsız bir şekilde ekonomik ve sosyal gelişmesinin ancak bağnazlığın kısıtlanmasıyla mümkün olduğu görülür. Eğitimde, giyimde kuşamda, sosyal alanda, şeyh-derviş-mürit yapısı yerine uygar birey, çağdaş eğitim, modern toplum esas alınır. Siyasette dinin etkisi kırılarak, dinsel söylemin kitleleri ajite edecek, kamplaştıracak bir araç olmasının da önüne geçilmek istenir (İki kez denenen çok partili siyasi yaşam denemesi, bu dinsel söylemin yeniden üretildiği kitle hareketlerine hemen yol açabilmiştir).
Bu tutum elbette ki bir aydınlanma hareketini da beraberinde getirmeliydi. Nitekim buna yönelik hamleler de oldu. Yoksul halkın Halkevlerinde, Köy Enstitülerinde yetkinleşmeye başlaması istendi. Ancak toplumsal düzendeki feodal ilişkilerin sorgulanmasını ve sarsmasını da kaçınılmaz şekilde gündeme getirdi. Kurucu irade, uzun süre ittifak yaptığı ağaların, beylerin, yeni zenginleştirilen milli burjuvazinin yoksullarla arasında bir çelişkinin başladığını gördü. Hatta toprak reformu ile feodal ilişkileri kırmayı bile tasarladı. Ancak bu kez de bu kesimin dinsel söylemleri kullanmasının önüne geçemedi.
Tek parti idaresine karşı başlayan ekonomik ve siyasi tepkiler, daha ilerici, sosyalizan bir hatta girmek yerine ağaların, beylerin, zenginleşen Türk sermayedarların ürettiği dinsel söylemlerle karşı devrimci bir hatta girdi. Tek parti yönetimi bu dalgayı aşmak için “en dindar biziz” söylemi ile muhalefetle yarışır bir dinsel söylem bile kullandı. Ancak bu tavır, bağnazlığın siyasete ve toplumsal yaşama yeniden hâkim olmasıyla sonuçlandı. Karşıdevrim, Köy Enstitüleriyle hesaplaşarak kuldan bireye geçmiş yurttaşların yeniden tebaaya dönüşmesini istiyordu. Bunda da kısmen başarılı oldu. Bağımsız ekonomik gelişmenin yerini Amerikan yardımları ve bağımlılık ilişkileri aldı. Toprak ağaları, yardımlardan memnun şekilde teknolojik desteklerle sanayileşirken yoksul halk kötü koşullarda çalışmaya devam etti. İsyan potansiyeli ise geleneksel bir şekilde dinsel söylemle soğuruldu. Paralanan, güce kavuşan sarıklı cüppelilerle ABD conileri yeniden el ele tutuşuyordu. Kurtuluş Savaş’ında Hilafet Ordusu adı altında İngilizlerle el ele Kuvayı Milliyeci gencecik çocukları katlettikleri günlerdeki gibi…
Yaşar Kemal’in 40 yıl önce başladı dediği karşıdevrim süreci en çok yoksullara, emekçilere zarar verdi. Modern yaşamı seçmiş kesimlerin zengin ya da memur olanları bir biçimde kendi hayatlarını kurabildiler, tercihlerini yaşayabildiler. Oysa kırdaki yoksullar feodal bağların altında ezilmeye devam ederken, kötü şartları fark edip emek mücadelesine girişen fabrika işçileri arasında da dindar-dinsiz ayrımı çıkarıldı. 1960’lı yıllardan sonra başlayan toplumsal uyanışta öğrenci gençliğin köylere gitmesi, işçilerle buluşması ve toplumu bilinçlendirmesi istenmedi. ABD emperyalizmine, ağalık düzenine, “kan emici patronlara” başkaldırarak 2. Kurtuluş Savaşı söylemini kullanan devrimci gençlik, karşıdevrimin en önemli hedefiydi. Nitekim Türkiye’de, ABD tarafından NATO konseptiyle “komünizme karşı” örgütlenen Gladyo çetesi karşıdevrimin palazlandırdığı tarikatçı-cemaatçi güçleri sokağa saldı. ABD’nin Boğaz’a yanaşan 6. Filo’sunu protesto eden gençlere saldıran İslamcıların yarattığı Kanlı Pazar tarihsel bir kırılmadır. Bu kesimlerle birlikte daha aktif ve saldırgan gördükleri “ülkücü komandoların” yetiştirilmesiyle gençliğin devrimci uyanışına karşı büyük bir saldırı başladı. Bu saldırının bir ayağı ağalarsa bir ayağı da 1960 sonrası sanayileşme politikalarıyla gelişen büyük sermaye sahipleridir. Büyük işçi grevlerine, yoksul mahallelere yönelik saldırı ve katliamlar, hep aynı “dinsiz komünistler” söylemiyle kışkırtıldı.
Devlet ve sermaye eliyle üretilen bu söylem 12 Eylül’e giden yolu döşerken, darbeciler de tarikat-cemaat kesimlerini kendilerine toplumsal meşruiyet sağlamak için kullandı. 1982 Anayasa referandumunda aynı kesimlerin canla başla Kenan Evren için çalıştığı biliniyor. Topluma nüfuz etmiş bu yobaz düşünce bir süre sonra kontrolden çıkan uçlarıyla devleti de rahatsız etse de, özünde hep kullanışlı bulundu. Çünkü Türkiye’de esas hedef her zaman yoksulların, emekçilerin toplumsal uyanışıdır. Bağımlılık ilişkileri içinde Türkiye’ye biçilen rol; ucuz emek, montaj sanayi, sendikasızlık, genç-tüketici-bilinçsiz nüfustur.
Radikal dinci söylemin kullanışlılığına en önemli örneklerden birisi, Sivas Katliamı öncesinde merkez medya denen sermaye medyasının dilidir. Aziz Nesin üzerinden başlatılan şeytanlaştırma operasyonu, sadece marjinal tarikat grupları tarafından değil bizzat eli kadehli büyük medya aristokratları tarafından yönetildi. Her gün Aziz Nesin’in söylemleri, muhafazakâr kitleleri coşturacak bir tarzda verilirken Sivas’ta düzenlenen şenlik adeta hedef haline getirildi. Katliam sonrası manşetlere bakarsanız aynı medya kesiminde en ufak bir üzüntü göremezsiniz. Bunun nedeni sermayenin her daim karşıdevrimle kol kola yürüme isteğidir. En ufak toplumsal uyanışın, dinsel taassubu sorgulamanın, kendi “kârlılıklarına” tehdit oluşturacağı bilinmektedir.
Bir süre sonra tek parti iktidarıyla karşıdevrim zaferini kazanmış gözükürken, ilk önce kendi evlatlarını yedi. O güne kadar zımni destek aldıkları kesimleri de peyderpey ortadan kaldırarak kendi sermayesini, kendi medyasını, kendi derin devletini kurmaya yönelen yeni rejim angaje bulmadığı sermaye çevrelerini, liberal dostlarını bir anda yok etmeye başladı. Dinsel söylem bir devlet söylemi haline gelirken, yaşam tarzına yönelik tepkiler de “küçük burjuva mızmızlıkları” olarak kodlandı. Eğitimdeki akıldışı ve bilimdışı müfredat, imam hatipleşme dalgası, parası olan çağdaş kesimleri özel okullara yönlendirdi. İnsanlar yaşamlarına yönelik saldırı kaygısıyla belli mahallelerde toplaştı oralarda da yüksek kira artışları ile baş edemez hale geldi. Ekonomik kriz dahi bağnaz bir kutuplaştırmayla orta sınıfların sorunuymuş gibi algılatıldı. Her türlü sorunun üstü din söylemiyle kapatılırken, düzen muhalefeti de “biz de dindarız” söyleminin ötesine gidemedi. Tıpkı 60 yıl önce çok partili hayata geçerken başladıkları yerdeki gibi.
Dinsel, mezhepsel söylemler sınıf mücadelesinin üstünü örtüp zengin patronla yoksul bir emekçiyi aynı “dinsel dava” uğruna birleştirdi, işçi sınıfını böldü. Dinsel baskı yalıda oturana, Dubai’de içene, filanca yerde kumar oynayana dokunmadı. Anadolu’da mezhepçi baskılara uymak istemeyen köylülere, farklı dinsel, mezhepsel topluluklara, bir maaşla geçinen ama kitap okuyan, tiyatroya giden emekliye; hem çalışıp hem okuyan, kendini geliştirmek isteyen öğrenciye, çağdaş bir yaşam isteyen işsiz gence dokundu. Ayrıca tarikat-cemaat ilişkileri ekonomik rant birliğini de beraberinde getirdi, yolsuzluğun üzerini örttü. Ortak bir rant pastasının kırıntısını ve çileğini yiyenler paydaş oldu.
Bugün muhafazakâr devrim denen şey işte böyle bir karşıdevrimdir. Devrimcilik kimsesizlerin kimsesi olma mücadelesiyken karşıdevrimcilik zenginlerin yediği içtiği dökülen kırıntıların yoksullara dağıtıldığı bir kara düzendir. Laiklik, herkes için kazanılması gereken bir eşitlik mücadelesidir.
*Yazar, Gazeteci.