Seçim gündeminin gölgesinde kalıp da yeterince duyulmayan bir “çığırış” var: Necmi Erdoğan’ın Kayıp Halk adını verdiği son çalışması. Bir an evvel okunması, tartışılması, elden düşürülmeden gezilmesi, başucuna konup uyunması, illa ki kolektif olarak mesele edilmesi, yine anlaşılmayacaksa bile en azından “kokusunun alınması” elzem.

Kitap kokar mı demeyin, evet bu kitap kokuyor! Çünkü hokkasını yoksul mahallelerinin isiyle çamuruyla doldurmuş, kalemini yalnızca o balçığa batırarak yazmış yazar; ayakkabısı tozlu, çöp karıştırmış, hurdalıklarda gezinmiş! Üst orta sınıf küstahlıklarla asla anlaşılamayan, kuşbakışı tahlillerle “egzotikleştirilen” bir toplamın, “mutlak yoksulluk” hali içinde yaşayan o çeşitliliğin en hakiki vaziyetini, oda sıcaklığında hissedilmeyen gerçekliğini sermiş ortaya. Bu yüzden bir “çığırış” diyorum, zira seçimin ardından (yeniden) sorulan pek çok sorunun yanıtını da önceden vermiş yazar.

Okurlar hatırlayacaktır, Necmi Erdoğan kitaptaki kimi görüşmeleri 2022’nin son çeyreğinde bu gazetede yayınlayarak öforik vesveselere karşı zaten bir ihtarda bulunmuştu.  Altındağlı Kâmil’in, Torbacı genç Salih’in, ‘Cadde Bayanı’ Duygu’nun, Gündelikçi Gönül ve İpek ile diğerlerinin hikâyelerini anlatmıştı. Kitapta daha onlardan niceleri olmakla birlikte, bilhassa tartıştığı olgu üzerinde hassasiyeti tartışma götürmez ve mütekâmil bir sosyal bilimcinin “içeriden” yaptığı tahlilleri yer alıyor. Yanı sıra konunun bütünlüklü olarak anlaşılması için önceden kaleme alınmış kimi metinler de eklenmiş. Yazar önceki çalışmalarından Yoksulluk Halleri’nde öne sürdüğü “içe göçme” eğiliminin güncel varyantlarının peşine düşerek, örneğin yıllardır sayıları artan mültecilerin Türkiyeli yoksullar için “yatay bir boşalma” kanalı yaratıp yaratmadığı gibi kimi yeni sorularla yoluna devam etmiş. Ekonomik krize karşı tepkisizlikten kolektif tavır geliştirmeye engel olan şeylere, geleneksel yardımlaşma ve dayanışma kalıplarının çözülüşünden Türkiye’de yoksulluğun neden “suça” yönelimi diğer ülkelerdeki kadar tetiklemediğine kadar pek çok konunun tahlilini yapmış.

Bunların her birini burada ele almak elbette ki mümkün değil. Ancak şu an okurların en çok merak ettiği mesele, AKP ve siyasal İslamcılığın yoksullarla kurduğu ilişkinin güncel durumunun ne olduğu sorusunun yanıtını sürpriz bozan verme pahasına aktaralım: Yazar AKP’nin “yoksullarla kurduğu ilişkinin güçlü bir ideolojik kapsamadan uzak göründüğünü, ancak toplumsal-sınıfsal eşitsizliklerin dinsel olarak haklılaştırılması yönünde bariz bir eğilim yarattığını” iddia ediyor. Yani parti yoksullarla organik bağlarını yitirse bile, hatta “porsiyonları küçültün” gibi zevzekliklerle yukarıya doğru bir söylem kayması yaşasa bile “tevekkül, şükür ve takdir-i ilahi anlayışı” hâlâ eşitsizliklere verilebilecek tepkilerin önüne set çekiyor, üstelik Necmi Erdoğan bu durumun önceki çalışmasında tespit ettiğine nispeten daha da pekişmiş olduğunu yazıyor. Bu nedenle AKP söyleminin tutarsızlıklarının ifşası tek başına hiçbir işe yaramıyor!

Haliyle önünde sonunda çalışmanın esas derdine, “o çığırışa” odaklanmak zorunda kalıyoruz: Devrimci-sol siyasetin yoksullarla bağını tamamen kaybetmiş olduğu olgusu gün gibi ortada duruyor, ancak bunu tekrar kurabilmesinin mümkün olduğu kadar gerekli olduğu da! Yazarın -tadımlık- ifadeleriyle:

“Dışarıdan ve yukarıdan bakan gözler için yoksullar hayalet gibidirler: Saydamdırlar, içleri dışları görünür, ışığı geçirirler, karanlıkta kalan şeyleri yoktur. Sahip oldukları şeyler zaten biliniyordur; her anlamda çıplaktırlar, cismani varlıkları yok gibidir. Ancak içeriden bakan göz için de hayalet olabilirler: Manifesto’da sözü edilen anlamda hayalet.”

İşte siyaseten pek çoğunun pay edeceği altın hisse de kitabın ortaya koyduğu bu perspektif sorununda çıkıyor karşımıza: Devrimci seçenek, “dönüp kendine bakarak, onlarla gör-üş-mek” diyor yazar “ki onlar bakışın ve -haliyle siyasetin- özneleri haline gelsinler!”

Bugünlerde derinleşen ekonomik krizin yalnızca yoksulları kahredeceğini sanıp da “oh olsun” diyen “geleceğin yoksullarına” da çok fazla uyarı yer alıyor kitapta ki bu başlı başına bir başka yazının konusu. Fakat sosyalistlerin bu küçük burjuva buhrana eşlik etme lüksü yok. Buna nispeten geçtiğimiz yüzyılda ‘devrimci kötümserliğin’ mottosu haline gelmiş o Walter Benjamin cümlesini akılda tutmak yeğdir, unutmayalım: “Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir!”