Hiçbir sanat eseri yasaklanmasın, toplatılmasın, yakılmasın. Sanatçılar tutsak edilmesin. Fikirleri üzerinden yargılanmasın. Buna elbette popüler kültüre yönelik Tv programları, diziler, yayınlar da dahil. Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde sansür ve baskı kabul edilebilir değil.

Dünya sinemasında çoklukla din ve ideoloji üzerinden bir lider ya da yapılanma çevresinde somutlaşan, dışa kapalı toplulukları konu alan pek çok film/dizi üretildi. Tarikatlar, masonluk ve benzer bağlılık yapısı içeren yapılanmalar, öğrenci kulüpleri, çeteler, gizemli cemaatler, siyasi ideoloji (özellikle nazi oluşumu ve Hitler) gibi çeşitli konu ve kimi zaman da gerçek olaylara dayandırılan senaryolar çokça konuşuldu. Yasaklar mı? Elbette vardı. Yasaklar çoklukla sapkın ve derin şiddet içeren sahneler nedeniyle gerçekleşti. Ya da bu gerekçeye sığındı. Ancak yıllarca yasaklı kalan yapımlar bile günümüze erişti hatta festivallere konuk oldu. İyi örneklerden biri çeşitli ülkelerde 30 yılı aşkın yasaktan sonra ülkemizde de gösterime giren Otomatik Portakal. Anthony Burgess’in bir gençlik çetesi üzerinden anlattığı ve şiddet bağıyla oluşan korku imparatorluğunu resmettiği kuvvetli toplum eleştirisi Stanley Kubrick’in çok konuşulan filmiyle kurgu ve gerçek arasındaki görünmez bağ nedeniyle tartışmaların ve yasakların hedefine oturmuştu. Artık yok edilemeyen, yok sayılamayan ve unutulmaz bir eser olarak edebiyat ve sinema tarihine yazıldı.

Otomatik Portakal gibi sürreel ve distopik bu eserin üzerinde durduğu şiddet ve intikam duygusuyla gelişen hesaplaşma, hınç, nefret, çatışma, ötekileştirme, asimile etme, cezasızlık, şiddetin meşrulaşması gibi bizim için çokça sıradan unsurları ironisiyle barındırıyor. Böyle bir eserin kimi iktidarlar tarafından rahatsız edici bulunması olağan. Hâl böyleyken iş yasaklama ve sansür boyutuna geldiğinde çağdaşlaşma sürecini hukuk ve yasalarla tamamlamış, düşünce ve tercih özgürlüklerini demokrasiyle koruma altına almış ülkelerde bu rahatsızlık tartışma düzeyinde kalırken kimi ülkelerde aşılamaz bir müdahaleye dönüşebiliyor.

Yakın tarihli bir örnek Russell Crowe'un baş rolde olduğu film: Şeytanın Düşmanı. Filmin senaryosunun Vatikan'ın Baş Şeytan Çıkarıcısı Peder Gabriele Amorth'un gerçek notlarından oluşturulduğu söyleniyor. Daha film yayına girmeden başlayan tartışmalar Amorth'un bizzat 1990'da kurduğu Uluslararası Şeytan Çıkarıcılar Derneği tarafından asılsız olduğu gerekçesiyle kınandı. Dernek filmi bir “Vatikan komplosu" olarak nitelendirirken ‘esas düşmanın şeytan mı, yoksa kilisenin gücü mü olduğu’ konusunda "kabul edilemez bir şüphe" oluşturduğu savıyla itirazını dile getirmişti. Yapımcı Michael Patrick Kaczmarek’in, rahip ölmeden önce Amorth'un An Exorcist Tells His Story (Bir Şeytan Çıkarıcısı Hikayesini Anlatıyor) ve An Exorcist: More Stories (Şeytan Çıkarıcısı: Daha Fazla Hikaye) adlı iki anı kitabının haklarını satın almış olduğunu da buraya not düşelim. Film 28 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilmiş ve 62 milyon dolarlık hasılat yapmış. Yani para hangi ideoloji/tarikat mensubu olursa olsun birilerini bir yerde ele geçiriyor. İronik mi? Belki ama şüphesiz üzerinde durmaya değer.

∗∗

Bu tür yapımlar tabu haline gelen türlü konuyu toplum tarafından merak edilen unsurlarıyla gündeme getirirken toplumsal eleştiriyi de kimi zaman yaratıcısı/yapımcısının gözünden kimi zaman daha objektif bir bakışla farklı görüş ve yorumları da içerir şekilde sunuyor. Her iki yaklaşım da elbette yasaksız bir erişimi hak eder. Son dönemde ülkemiz siyasal iklimi nedeniyle iki kutuplu hale getirilen toplumsal ayrışmayı yansıtan yapımlar daha fazla ilgi çekiyor. Bir Başkadır, Takva, Kızılcık Şerbeti ve son olarak da Kızıl Goncalar gibi yapımlar ülkemizde sağ ve/ya gerici siyasal iktidar/lar tarafından doz artırılarak karşı nefret politikalarıyla yerleştirilen toplumsal yarılmanın sonucu olarak ortaya çıkarken aynı koşullara bağlı olarak da farklı bir gündem yaratıyorlar. Bu yapımlar alabildiğine engellerle kuşatılırken, devlet kanallarında tarihi kullanışlı yorumlar hatta külliyen yalan süslemelerle yeniden yazan ve işine geldiği şekilde yorumlayan senaryolarıyla Osmanlı güzellemeleri sınırsız kaynak ve koruma altında.

Kızıl Goncalar’ın ilk bölümüne şöyle bir göz attım. Açık söylemek gerekirse izlemeye de çok niyetim yoktu. Bu güne kadar çekilen benzer içeriklerden daha ‘dokunulmaz’ bir alana dokunmaya kimilerine göre ‘cesaret’ kimilerine göreyse ‘cüret’ ettiği için benzerleri gibi yaptırım sınavlarıyla karşılaşması bekleniyordu. Tartışmamız gereken bu yapımlardaki araştırma, devamlılık, dramaturji, senaryonun kurgusal ve akışsal nitelikleri, oyunculuklar, sanatsallık, inandırıcılık ve belki de en önemlisi verilen toplumsal mesaj olmalıyken. Yine yasak konuşuyoruz.

Bu yapımların en çok önemsediğim yanı; gerçekliği her gün önümüze cinayetler, istismar ve işkence örnekleriyle düşen ve cezasızlıkla teşvik edilen toplum normları üzerinden bilinçli ve sistemli bir cahilleştirilen, popüler kültüre esir edilerek normali vasatın altı haline getirilen toplumda tüm bu yöntemlere rağmen yok edilemeyecek olan vicdan ve duyguları harekete geçirebilecek olmaları. Kimi zaman empatiyle kimi zaman özdeşlik duygusuyla insanları buluşturabilmeleri. Öyle sanıyorum ki yasakların arkasındaki en güçlü neden de bu. İnsanların zayıflıklarını, ihtiyaçlarını, yoksulluklarını kullanarak yalnızlıklarına, çaresizliklerine yanıt olabilecek bir aidiyet sunanların sahipliğinde, biat, itaat ve hizmete dönüşen hayatlara hak arama, itiraz etme ve kurtuluş umudu aşılayabilecek bu hikâyeler kapalı kapıların ardındaki gerçeklerin (tahmini ya da canlandırma düzeyinde bile olsa) ortaya serilmesinden daha büyük bir tehlike içeriyor. Durum böyle olunca da devletin en üst kademelerine kadar kadrolaşmış cemaatlerin elinden çocuklarımızı kurtaramazken ‘dizilerimizi nasıl kurtaracağız’ sorusu önümüze düşüyor. İsmailağa cemaati dizinin kaldırılması için çağrı yapıyor. Şeytanın Düşmanı filmi için yapılan açıklama gibi belki bu çarı hukuki normlar içinde ifade ve protesto özgürlüğü kapsamında değerlendirilirse normal. Ancak ardından gelen set basmak, resmi kurumlardan alınmış izinlerin iptal ettirilmesi, çağrının RTÜK gibi resmi bir kurum tarafından görev addedilmesi ve somutlaşan yasak hiç normal olmasa da çok zamandır sıradan ve olağan! O zaman yeni bir soru daha geliyor dizilerimizi bile kurtaramazken önümüze son derece sarih ve açık şekilde yasalara uygun şekilde alınmış hukuki karar olmasına rağmen akıl almaz şekilde AYM ile Yargıtay’ın savaşına dönüşen hukuksuzluk içinde biz seçilmiş vekilimiz Can Atalay’ı, haksız yere tutsak siyasilerimizi, suçsuzluğu beraat ile kanıtlanmasına rağmen tutsaklığı sürdürülen Gezi tutsaklarımızı, gerçekleri yazdığı için susturulan gazetecilerimizi, akademisyenlerimizi, aydınlarımızı nasıl kurtaracağız? Sokaklarda cihad ve hilafet çağrısının anayasayı açık ihlâline rağmen ‘ifade özgürlüğü’ kabul edildiği ülkede insanlık suçları “zaman aşımına” uğratılırken, insanları ateşe vererek katleden azılı câniler Cumhurbaşkanı affıyla ödüllendirilirken bu kutuplaşma içinde ajite olmuş bir gencin tek yumruğu en şiddetli cezaya sebep gösteriliyor. Ege Açersoy o yumruğun bedelini tahrik olma hakkı nedeniyle sormak isteyenlere hedef gösterilerek, tüm hassas dengeler kaşınarak tutuklanıyor. Linç kültürü, hilafet çağrısı, cihad uğruna can alma ve cezasızlığı savunanlar henüz nereye varacağını bile bilmedikleri bir senaryodan rahatsızlar. Yasak, yaptırım ve intikam istiyorlar.

Evlilik programları, insan kaçakçılığı propagandası dâhil şiddeti meşrulaştıran, suçu sıradanlaştıran, hukuku ve emniyet teşkilatını aşarak kendi adaleti üzerinden reyting yarıştıran ve defalarca hakkında suç duyurusunda bulunulan günlük programların alabildiğine özgür olduğu ortamda iki tarafın görüşünü kendi gerçeklerine odaklı sunmaya çalışan diziler yasak. Tüm soruların yanıtı burada saklı. Sebep ise bu hâlin de sıradanlaşması. Boyun eğiş. Koca bir sektör el ele verse sürdürülemeyecek olan bu tutum; baskıyı kuran ve kararı alandan çok “benim gemim yürüsün de” anlayışını benimsemiş sanatçılar, yapımcılar, sendikalar, sivil toplum iradesizliği nedeniyle yarın daha da sıradan bir gerekçeyle şimdilik yürüyen ‘o gemide’ olacak. 

Hiç biri birbirinden bağımsız olmayan müdahalelerin farkında olarak başta anayasal koruma altında olan tüm haklarımızı savunmak için CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in 14 Ocak Pazar günü Ankara Tandoğan’da buluşma çağrısı çok önemli. Demokrasiye, anayasaya, geleceğimize, emeğimize, ekmeğimize, hak ve özgürlüklerimize, toplumsal barışa ve eşitliğe sahip çıkmak için gelin hep birlikte olalım.