Geçtiğimiz hafta vizyona giren Oppenheimer filmi pek çok eleştirmenin övgüleriyle karşılandı. Nolan’ın geliştirdiği çekim teknikleri, çok katmanlı anlatımı, oyuncu seçimi, kocaman kameralarla yüksek çözünürlükte kaydedilen görüntü kalitesi, epik müzikleri vesaire tartışılırken pek çok mecrada tarihin en büyük insanlık suçlarından birinin böylesi görkemli bir anlatının içerisinde aklanması söz konusu dahi edilmedi.

Tanrılardan ateşi çalan Prometheus’a kör göze parmak bir atıfla başlayan film “atom bombasının babası” olarak bilinen fizikçi Oppenheimer’a yönelik bir itibar suikastını senaryonun merkezi teması haline getirmiş, onun biyografisi, Manhattan Projesi, atom bombasının kullanılışı ve McCarthy döneminde yükselen “kızıl panik” bu ana temaya endekslenerek sunulmuş. Filmde atom bombasının yapımına ve kullanılmasına pek istekli olan Oppenheimer’ın canhıraş çalışmalarının ardından yarattığı dehşetin sonuçlarıyla yüzleşmesinden ziyade, hükümetin güdümünden uzaklaştığı anda karşısına çıkarılan (sosyalist değil) “liberter” geçmişinin sonuçlarıyla cebelleşmesini izliyoruz. Hiroşima ve Nagazaki için asla özür dilemeyen Oppenheimer’ın bir vicdan muhasebesini filan sakın ola beklemeyin. Öyle ki ona yönelik tek kapsamlı eleştiriyi filmin “baş kötüsü” olarak lanse edilen Strauss’un şahsi kinine indirgenmiş olarak buluyoruz.

***

Fakat olumlu bir şey söylemek gerekirse, burjuva iktidarın bilime gösterdiği araçsalcı ilginin filmde net olarak gözler önüne serildiğini ifade etmek mümkün. Oppenheimer biyografisinde özetlendiği üzere, sınıflı toplumda her bilimsel buluş burjuvazinin çıkarına amadedir, bu uğurda sizi vezir ettiği gibi onunla çeliştiğiniz anda rezil de eder. Yanı sıra tüm dünyaya “özgürlükler ülkesi” olduğu imajını sunmaya çalışan ABD’de siyasi hesaplarla ve bilhassa “komünizm korkusuyla” bilim insanlarının ne türden baskılara tabi tutulduğunu da bir nebze olsun hissedebiliyoruz.

Bu son mesele, yani komünizm korkusu gerçekten çok önemli, zira bu korku hangi tarihte ve dünyanın neresinde ortaya çıkmış olursa olsun doğrudan doğruya faşizmi tetikledi. Almanya’da Nazilerin yükselişine, İspanya’da Franco’ya, ABD’de ise McCarthy döneminin kara faşizmine kapı aralayan şey bu korku oldu. Hülasa filmin son kısımlarında işlenen dönem yalnızca bilim insanlarının değil, ABD’de pek çok sanatçının benzeri soruşturmalara tabi tutulduğu, sendikacıların hatta kimi Hollywood çalışanlarının hapse atıldığı bir süreci ihtiva eder. Bertolt Brecht, Charlie Chaplin gibi dünyaca ünlü isimler dahi o dönemde “komünist oldukları” için cadı avının hedefi haline getirilmiş ve ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmışlardı. İşin ilginci bu “komünist avı” asla ABD ile sınırlı da kalmadı, batılı emperyalist entegrasyona tabi olan tüm bağımlı ülkelerde de süreç aynı şekilde işletildi. Türkiye’de de bunun başlangıcını DTCF tasfiyesi olarak anılan o kara lekedir.

***

1945 yılında Yüksek Öğrenim Müdürü tarafından görüşleri “sakıncalı” bulunan öğretim üyeleri Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Pertev Naili Boratav ve Behice Boran görevden uzaklaştırılmıştı. 1946’da Danıştay’ın bu kararı bozmasının ardından görevlerine dönen öğretim üyeleri faşist grupların yarattığı kargaşanın sorumluları olarak gösterildi ve bu isimlerle birlikte Muzaffer Şerif Başeskioğlu hakkında da “komünist oldukları ve görevi kötüye kullandıkları” gerekçesiyle soruşturma açıldı. Yargılanmanın ardından Boran ve Berkes cezalandırıldılar fakat Yargıtay bu kararı bozdu. 1948 tarihinde dönemin CHP hükümeti tarafından bu öğretim üyeleri kadroları feshedilerek tasfiye edildiler. Bu süreçte karşılaştıkları soruşturmalar ise gerçekten deli saçmasıydı. Öyle ki Mete Çetik konuya ilişkin kitabında “bu öğretim üyeleri, ilkel toplum, Ziya Gökalp ve Namık Kemal konularındaki bilimsel değerlendirmeleri adli takibat konusu yapılınca adliyede düşünce tarihi ve sosyoloji dersi vermek durumunda kalmışlardır” diye yazar. Elbette ki o gün başlatılan komünist avı bilimsel kürsülerden sanatsal mecralara uzanan geniş bir yelpazeye yayılarak bugün dahi devam etmektedir. Ancak bu süreç bizde asla yalnızca komünistlere yönelik yaptırımlarla sınırlı tutulmaz, aynı zamanda sağcı unsurlarda bir anti-komünist tampon olarak teşvik edilir. Yani bir tarafta “komünist yuvası” oldukları gerekçesiyle Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin kapatılması, komünizm propagandasının yıllarca suç sayılması vardır, diğer tarafta Komünizmle Mücadele Dernekleri, batı fonlu kuran kursları hatta NATO beslemesi ülkücülerin sokağa salınması… Nihayet AKP iktidarında kemale eren düzlemde tarihin en büyük tasfiye dalgalarıyla bilimsel kürsüler boşaltılmış, sanatsal mecralar ise akıl almaz bahanelerle baskıcılığın ve yasakçılığın gölgesi altına alınmıştır. Özetle bahisteki filme konu olan MCCarthy dönemi Türkiye’de hâlâ son bulmuş değil.