Google Play Store
App Store

Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) direnişi hem yönetenlerle yönetilenler arasındaki derin kültürel sermaye açığını hem de liyakatsizlik diye adlandırılan çarpık istihdam uygulamasının eriştiği boyutları gözler önüne serdi.

İlki için “zehirli yılan gibi kafaları ezilmelidir” sözüne ve bu sözün taraflarına bakmak yeterli kanıtı sağlayacaktır. Siyasi erk sahiplerine ait bu izansız sözün hedefindeki o öğrencilere bakanlar, zehirli yılana bile candır diye dokunmayacak kalibrede yürek taşıyan aydınlık yüzler görürler.

Kültür, sanat ve bilgi üreticilerinin yanına mal ve hizmet üreticisi emekçileri de yerleştirerek –biraz da kavramları gevşek kullanarak- şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Türkiye’de üretici güçlerin insani değerler bakımından (da) gelişmişlik seviyesi, yönetici güçlerin fersah fersah ilerisindedir. Bu çarpıcı seviye farkını, ne algı yönetiminin gerekleri ile ne de siyasi pragmatizmle açıklamak mümkündür.

Algı yönetimi gibi psikolojik harbin ana gövdesini oluşturan faaliyetin asli işi, kendilerine yönelik kamuoyu algısını şekillendirmektir; oysa Erdoğan liderliğindeki AKP, medya ve trol ordusu ile kendi öz-imgesini hakikatin kendisi ve tamamı olarak sunup, bunu da topluma dayatmak için çabalıyor. Birilerinin AKP’li yönetici elite, megalomani ile algı yönetimi arasındaki farkı anlatması gerekiyor. Aristokratik halelere dolaşık megalomani örneklerini siyasi tarihten biliriz; kadere bakın ki kültürel sermaye fakiri megalomaniye de üçüncü bin yılda şahit oluyoruz.

Köklü değişimlere yönelen siyasi akımlar, kendi kaderlerini mobilize ettikleri kitlelerin kaderleri ile birleştirmeye önem verirler. Bunlar genellikle devrimci politik figürlerdir.

Dünyadaki örnekleri Trump ile bir eksilen ve “neo-popülist” olarak adlandırılan yeni-sağcı otoriter siyasetin mobilize ettiği kitlelerle ilişkileri devrimci değil faydacıdır. Yeni zaman otokratları, genellikle, toplumsal tabakanın diplerinde yer alan ve “tehlikeli sınıflar” diye de adlandırılan kesimleri mobilize ederler. Bu bağ, mobilize eden ve edilenler arasındaki sınıfsal uçurum korunarak sürdürülür; kader birliği yoktur, belki son derece farklılaşmış da olsa, çıkar birliklerinden bahsedilebilir. Ama yine de dip ve tortu katmanlardan destek almak ve onları mobilize etmek başka bir şeydir, kültürel bakımdan sözü edilen katmanların ortalamasını temsil etmek başka şeydir.

Hatırlanırsa burada sözü edilen olgu üzerine az teori geliştirilmedi memlekette: En etkili ve popüler olanına göre bu kültürel yarılma, “kıyılara sıkışmış kentli elitler” ile halk sınıflarının AKP’de gerçekleşen politik temsili arasındaki yarılmanın bir ifadesiydi.

İşte “akademik elitizmin” Türkiye’deki ikametgahı olan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki (BÜ) muazzam direniş, bu tarz AKP güzellemelerini temelsiz bırakmıştır. Direnişin karşısına konumlananlara ve sahip oldukları söylem evrenine bakar mısınız? Mevki ve makamları enlemesine kesecek şekilde ortaklaşa paylaşılan kültürel kod ve sembollerin burada bir listesini çıkarsam, değil bana ayrılan sütun, sayfanın tamamı yetmez; ama yine de BÜ direnişinin karşısında konumlananların kod ve değerlerinin eril külhanbeyi raconunu fazlasıyla andırdıkları rahatlıkla söylenebilir.

BÜ direnişçilerinin söylem evreni ise halkın kültürel mirasının insanlığın ortak değerleriyle harmanlandığı bir kapsama sahiptir. Nitekim BÜ direnişinin sorulduğu bir kamuoyu yoklamasına göre halkın %70’i BÜ direnişçilerinin –ki direnişçiler BÜ’nün kendisidir- tezlerini desteklemektedir.

Akademin seçkinleri Aşık Mahsuni’nin deyişlerini evrensel insanlık değerleri ile birleştirip direniş barikatı örerken, yönetici seçkinler ve avenelerinin ise mafiso trip ve değerlerden başka sığınacakları bir şeylerinin olmadığı görülmektedir.

Yazının başında söz ettiğim ikinci başlık liyakatsizlik ile ilgiliydi ki yerim bitti. Haftaya buluşmak üzere.