Gerek Nelson Mandela’nın siyasi yaşamı hakkında bilgi sahibi olanlar, gerek Invictus filmini izleyenler hatırlayacaktır.

Gerek Nelson Mandela’nın siyasi yaşamı hakkında bilgi sahibi olanlar, gerek Invictus filmini izleyenler hatırlayacaktır. Mandela hapisten çıkmış, ülke siyahlar ve beyazlar arasında bir tartışma arenasına dönmüş. Güney Afrikalı karizmatik lider bu bölünmüş halkı birleştirmenin yolunu buluyor. Siyasi veya sosyo-ekonomik reformlar değil, Güney Afrika’nın ev sahipliği yapacağı rugby turnuvası. Tüm ülke bu hedef etrafında toplanıyor. Gettosundan orta sınıfa, aristokratlarına kadar. ESPN’in geçtiğimiz yıl hazırladığı belgesel The Two Escobars, aynı hikayeye bambaşka bir açıdan bakıyor. Uyuşturucu baronu, özel uçakla getirttiği profesyonel futbolculara kendi çiftliğinin bahçesinde futbol oynatacak kadar Kolombiya futbolunda söz sahibi olan Pablo Escobar ve onun ölümünden birkaç ay ve 1994 Dünya Kupası’nda ABD ile oynanan maçta kendi kalesine attığı golden 1 ay sonra ülkesinde öldürülen Andres Escobar’ın hikayesini anlatıyor.

Futbolun tarih boyunca ülke insanlarını bir amaç etrafında birleştirme misyonu, ironik şekilde akıl, mantık, soğukkanlılık ve refah düzeyinde gerileme oldukça arttı. Evet dünya üzerindeki tüm ülkeler futboldan gelen başarıya açtırlar ancak başarı ve başarısızlığa verilen tepkilerin düzeyi farklıdır. Bu spor milliyetçilik duygularıyla her ülkede aynı düzeyde birleştirilmez. Örneğin Hollandalılar ulusal marş sırasında ağlayanlarla dalga geçerler. Bu, Akdeniz veya Afrika ülkelerinde bir sevgi göstergesidir ve takdir toplar. Galibiyet ve mağlubiyete Almanya’da ya da Norveç’te verilen tepki ile bir Afrika veya Güney Amerika ülkesinde verilen tepki farklıdır. Politikacılar da bu şartları çok iyi bildiklerinden futbola hep (belki de olması gerektiğinden fazla) önem yüklemişler ve onu toplulukları yönetmek için bir araç olarak görmüşlerdir. Zira halkı bir amaca, sonu mutluluk vaad eden bir maceraya sokmanın en kolay yollarından birisidir. Herkesin üzerine fikri vardır, aidiyet ruhunu oluşturmak çok zor değildir ve sonuçları kalıcıdır.

Bu girişin sebebi, ülkede bir süredir devam eden ve yıllar önce Simon Kuper’in Football Against Enemy kitabında kullandığı “Futbol asla sadece futbol değildir” cümlesinin tekrar masaya yatırılması. Bu cümle de yıllar geçtikçe içi boşaltılıp yerli yersiz kullanılmaya başlandı. Kuper’in kastettiği aslında toplulukları peşinde koşturan futbolun hemen hemen tüm aktörlerinin yeşil saha dışındaki olaylardan etkilendiği ve bu sporun onlardan bağımsız ele alınmasının imkansız olduğuydu. Bunu aksini iddia etmek imkansız. Bugün dünya futbolunun en saf oyuncularının arkasında bile 40 yıllık bir gelenek, bir disiplin ve bir Katalan felsefesi yatıyor. 1994 Dünya Kupası’nda, Kolombiya-ABD maçında sonra saha içindeki dizilişleri, istatistikleri tartışabilirsiniz ve tartışmalıyız da. Ama Kolombiyalı oyuncuların tümünün sahaya, ailelerinin ölüm tehditleri aldığını öğrenerek çıkmalarını gözardı ederek değil. Bu yüzden o yıllarda Kolombiya ulusal takımının teknik direktörü olan Francisco Maturana “ne bekliyordunuz” diyor, “futbol etrafından bağımsız bir ada değildir”. Yoksa kimsenin futbolun etrafından aldığı etkileşimlerle onu ölüm kalım mücadelesine bağlamak ya da Bill Shankly’e saygı duymak için Liverpool limanlarında çalışmış olmayı şart koşmak gibi bir uğraşı yok. Eğer olaya bu derece yüzeysel yaklaşırsanız, Zvonimir Boban’ın yıllar önce Yugoslav polisine sahada attığı tekmeyi açıklayamazsınız.

Sinemayla başladık, bir başka sanat dalına geçerek bu bahsi kapatalım. Brilliant Orange. Halen okumayan varsa David Winner’ın bu eşsiz eserini edinsin. 40 yıldır dünya futboluna damgasını vuran futboldaki Hollanda ekolünün köklerini ortaya koyan ve futbol üzerine yazılmış kitaplarla ilgili yapılan listelerde ilk 10’dan düşmeyen bu eser, tam da yukarıda anlattığımız felsefeyle hareket ediyor. Hollanda futbolunun dinamiklerini, 50 yıl önce Amsterdam sokaklarında kültür devrimini yaşatan Provolardan, Hollanda mimarisinden, deniz seviyesinin altında yer alan insanların hayatlarını planlamasından ve Cruijff’un devrimci ruhundan yola çıkarak anlatıyor. Bir futbolsever için evladiyelik olmalı.

Bu haftanın kapanışını Swansea City ile yapalım. Cardiff yıllardır uğraşıyordu ama Premier Lig’deki ilk Galler takımı olma şerefi onlara nasip oldu. Bu başarının arkasındaki adam 38 yaşındaki Brendan Rodgers’ın yolu da, bu sezonun krallarından Villas-Boas gibi aynen Mourinho’nun yanından geçmişti. 2004 yılında 31 yaşındayken Chelsea genç takımının başına gelen Rodgers, 2006’da Rezerv takım hocalığına yükselmişti. Gelecek yıl, güzel armalı takım İngiliz aristokratlarına kafa tutacak.