Bir gün sirkten bir aslan kaçmış. Sağa sola saldırıp dehşet saçarken ansızın bizim Temel ile Dursun’u gözüne kestirip süratle onlara doğru koşmaya başlamış. Temel panik içinde Dursun’u çekiştirip “yürü ula kaçalım” diye seslenirken sakince ayakkabılarını bağlayan Dursun ona demiş ki: “Temel! Seni geçsem yeter!”

***

Kapitalist çağın kültür endüstri eliyle takdis edilen “bireysel kurtuluş” teması çoğunlukla başarı öyküleriyle süslenerek zihinlere işlendi. “Yükselme ideolojisinin” kerametiyle “fırsat eşitliği” sanrısına merbut kılınmış, çoğunlukla bir yarış gibi aksettirilen yaşam düşünde bencillik bir “erdem” olageldi. Hedeflerine ulaşmak için yalnızca kendine odaklanmak -başkalarını geride bırakmak, hatta yeri geldiğinde ezmek- “ideal” tasavvur edilen biyografilerde mecburi bir istikamet olarak gösterilirken her zaman paranteze alınan şey kokuşmuş sistemin nice insana cehennem olan asli yapısı oldu. Dahası, aynı “bireysel kurtuluş” teması, sınıflı toplumun kıyamet kâbuslarında bile göndere çekildi. Bir savaşta, afette yahut uzaylılar dünyayı istila ederken yaşanan felaketten kendisini ve ailesini araklayan babalar, zor koşullarda hayatta kalmayı “başaran” üstün insanlar gözümüze gözümüze sokuldu biteviye. Mesaj çok açık ve netti: Kapitalist dünyada “kurtuluş” kendini kurtarmaktan ibaretti ve kolektif olarak tasavvur dahi edilemezdi. Rahmetli Ünsal Oskay Çağdaş Fantazya eleştirisinde çok üstünde durmuştu bunun, o kısımdaki tahlillerini de şöyle bitirmişti:

“Kitleler, özgürleşim düşlerinden yoksunlaştıkça, yaşanan reel-hayatın içinde günübirlik düşler görmeye; düzenin içinde tutuklanmış, evcilleştirilmiş yalancı mutluluklara, yalancı özgürleşimlere, yalancı değerlere yöneltici düşler görmeye başlar. Dahası, bu düşler bile reel-yaşamın mantığına uygun işlevler edinir: Yalnızca kendisini, üstelik en yakınındaki insanın umudunu yok ederek ‘kurtarmayı’ düşleyen insanlar, başkaları için onların karşısında ‘kurtlaşmaya’ yönelirler.”

Hakkı var hocanın; hülasa öyle bir sistemde yaşıyoruz ki yalnızca kendi çıkarını düşünerek hareket etmek doğrudan doğruya burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına hizmet etmek anlamına geliyor. “Kurtlaşma” bu nedenle hâkim sınıfın işine geliyor. Örgütlü talep ve itirazlarla cebelleşmek yerine, birbirini eze eze paçayı yırtma telaşına düşmüş insanların izdihamını izlemek onlar için keyif verici olsa gerek.

***

Yalnız bu “kurtlaşma” metaforunun Türkiye’nin bugün geldiği noktada daha da kesif karşılıkları var. Kendisinden olmayanlara neredeyse yaşam hakkı tanımayacak ölçüde nobranlaşmış bir iktidarın gölgesinde kalan çok fazla insan korku içinde kendini kurtarmak istiyor. Pek çoğu yurt dışına gitmek istiyor; ama asla “hepsi” gidemeyecek! Kimisi kendi korunaklı alanına çekiliyor; ama çok daha fazlasının korunaklı bir alanı yok! Bazısı “boş verelim gitsin” diyor; ama iktidar onları boş vermeyecek! Türkiye’deki kültür kırımın bugünkü ulaştığı eşikte çok fazla insan için suya sabuna dokunmadan geçirilecek müreffeh yarınlar yok! Çünkü iktidar apolitik bir tavrı neredeyse tanımıyor, inayetine sığınan sessiz bir tabiiyetle yetinmiyor, hatta kendi işbirlikçilerine bile daimi bir sertifika vermiyor; her alanda suç ortaklığına sürekli iştirak edilmesini, dahası bunun mütemadiyen performe edilmesini, durmadan gösterilmesini istiyor! İşte bu eşikte yükselme hırsı, paçayı yırtmalar ya da kendini araklamalar illa ki sistemin olağan şablonlarının yanı sıra saray rejiminin zümrevî hıncıyla bütünleşmiş bir değerler kümesini de başından sonuna kadar benimsemeyi gerektiriyor. Aksi takdirde -geçtiğimiz hafta görülen Melek Mosso vakasında olduğu gibi- “özür dilemeler”, “devletimden yanayım” demeler, sonradan yaranma çabaları nafile. (Fakat bu çeşit bir “kurtlaşmaya” meyledecek olanların da kulağına küpe olsun: Bazıları saray sofrasından ziftlenip yükselebilir, üç-beş maaş alabilir, bir yerlerde mevki makam bulabilir, kadroya atanabilir, rüzgârı arkasına alıp piyasada rağbet görebilir yahut iç güveysinden hallice bir iş bulabilir; ama kesinlikle herkes değil!)

***

Nihayet kolektif ve örgütlü hareket edilmedikçe “kurtuluş” mümkün değil. Yaşadığımız yobaz taarruz karşısında söylenmeler, sinik yakınmalar ya da kendi yoluna bakmalar işe yaramıyor. Aziz Nesin bir öyküsünde dünyanın halinden en çok şikâyet edenlerin onu değiştirmekten en uzakta duranlar olduğunu yazmıştı. Sanırım bugün Türkiye’de saray rejiminden bezmiş “çoğunluğun” anlaması gereken şey de bu.