Yıl 2008’di. Soğuk bir kış günüydü. 350- 400 işçinin çalıştığı bir fabrika öfkesini içinde biriktiriyordu. Ağır çalışma koşulları, uzun çalışma süreleri. Fabrika içinde birden fazla taşeron firma vardı. İşçiler bilenmişlerdi. Sendikalı olmaya karar verdiler.

Pazartesi ilk vardiya için servisler artık örgütlü işçileri taşıyordu. Sonra patronlar kimseyi almadılar fabrikaya. İşçiler kapıda bekliyor. Sonra anons. İsimler okunmaya başladı birden. Herkesin ismi okunuyordu. “İşten çıkartılmışlardır.” Nokta.

İşçi şaşkın. Yüzlerce işçi en temel hakkını kullandıkları için sendikalaştıkları için işlerinden çıkartılmıştı. Hani bu sendikalaşma Anayasal haktı. Türkiye için şaşırtıcı değildi manzara. Burası Türkiye burada “hürriyet yok/ekmek yok/hak yok.” Varsa da sana yok! Sen işçisin. Metal işçisi. Ekmeğini demirden ateşten çıkartansın. Demiri işleyen, şekil verensin. Yaşamından eksiltip yapansın. Sana hak yok. Ama Zarraf’a var. Milyonluk saatlere var. Ayakkabı kutularına, yolsuzluklara hak var.

Vedat Türkali yazmış yıllar önce İstanbul şiirinde. “Ve sen haktan bahseden Ortaköy’ün /Cibali’nin işçisi /Seni öldürürler /Seni sürerler /Buhranlar senin sırtından geçiştirilir/ İpek şiltelerin istakozların/ ve ahmak selameti için/ Hakkında idam hükümleri verilir” diye.

Dört eski Bakan ile ilgili Soruşturma Komisyonu raporu, bu yazı yazılırken TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Bakanlarla ilgili Yüce Divan oylaması yapılacak. Vicdan meclis koltuklarında birilerinin kalbini sıkıştırır mı bilmem. Oylamanın kaderi değişir mi bilmem.

Sonra bu dört Bakan nasıl bir hayat sürüyor onu bilmem. Ne yer, ne içerler bilmem. Saatini biliyorum içlerinden birinin. Bir de ayakkabı kutularını. Zengin oldukları aşikâr. Onların zenginliği ile metal işçisinin ekmeği ve onuru için verdiği haklı mücadele arasında bir ilişkinin olduğu muhakkak.

Neyse öyle işte soğuktu. Önce fabrika işgal edildi 3 gün. Sonra kapı önünde beklendi aylarca. Teneke bidonların içinde ateş yakıldı. Umut demlendi çay gibi sıcak. Sendika ordaydı hep.

Geçen gün o uzun direnişten bir işçi arkadaşımla karşılaştım. Sarıldık birbirimize. Çok özlüyorum dedi o günleri. Bir direnişin özetiydi sözleri. İşten atılmış, soğukta ısınmak için teneke bidonların içinde yakılan ateşle ısınmış, dayanışma kumanyaları ile ayakta kalmaya çalışmış, öğrenmiş, tanımıştı. Her direniş bir okuldur çünkü. Bize dayatılan gündelik hayata karşı direniş okulu.

Başka bir dünya mümkünün, dayanışmanın okuludur her direniş. Gezi’yi düşünsenize. Ne çok öğrendik hep beraber.

Ayrımlar biter direnişte. Ötekiler kaybolur. Herkes biz olur. Sadece kapı önünde direnenler vardır. Ve insan sıcaklığı. Oysa fabrikada makine gürültüsünün içinde çay molası, yemek arası haricinde görmezsin bile arkadaşını. Fabrika düzeninde yönetim işçiyi bölme üzerine örgütlenmiştir.   

Metal işçisi bir kuşatma altında. Bir yanda işveren yanlısı Türk Metal “Sendikası”nın baskısı, diğer yanda Metal patronlarının baskısı, öbür yanda işçinin hakkı söz konusu olunca işlemeyen hukuk.

DİSK üyesi Birleşik Metal İş sendikası işte bu üçüne de meydan okuyup Ahmet Arif’in dizelerindeki gibi kitap ile,  iş ile, tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile dayananların örgütü. Bu kuşatmayı yaranların örgütü. Direnişle sınananların örgütü.

Şimdi greve doğru gidiyor 15 bin işçi. Direniş okulu hepimizi bekliyor. Tüm keyfi dayatmalarla metal işçisine diz çöktürmeye çalışanlara karşı mücadele büyüyor. Bu mücadele tüm metal işçisinin, tüm işçi sınıfının mücadelesi. Bir kıvılcım düşer elbet. Hepimizin içinde umut olur.