14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimi iki grup arasında olacak. 20 yılın ardından iktidarını sürdürmek isteyen RTE ve avanesine karşı, değişim isteyen ve Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde birleşen ittifak. Seçimin iki kişi arasında geçecek olması yakın tarihin kaçınılmaz sonucu. AKP’nin iktidar etme yönteminin “biz ve düşmanlar” ilkesi olması bu hali doğurdu.

Demokratik bir ülkede yapılacak bir seçime gitmiyoruz. Bir tarafta 20 yıldır ilmek ilmek antidemokratikleşen, otoriterleşen, Anayasa dahil hiç bir hukuk ilkesini gözetmeyen bir tek adam rejimi var. Diğer tarafta ise antidemokratik seçim koşullarında çalışmak kendini anlatmak zorunda olanlar.

Dikkat ederseniz RTE blokunun vaat listesinde artık “özgürlük” kavramı hiç yok. Oysa 2010’a kadar RTE-AKP’nin her seçimde en temel vaadi “daha çok özgürlük”tü. 2000’lerin başında LGBT özgürlüğü dahi dillerinden düşmüyordu. Şimdi ise AKP’nin itici gücü kabul edilen kadınlara bile “baskı ve denetim” talebine öncelik veriyor. Cumhur ittifakının Hüda Par ve Yeniden Refah gibi iki “yapı” ile ittifak yapması nasıl bir yönetim arzuladığının da göstergesi. Özgürlük vaadiyle rıza üretirken şimdi baskı, denetim ve cezalandırma tehdidine yönelmiş durumda. Bu değişim işler onun açısından iyi gittiği için değil, tersine çok ama çok kötü gittiğinden, artık rıza üretme olanağının kalmadığını görmesinden kaynaklanıyor.

20 yıl boyunca gücü elde etmek için vaat edip kendinde topladıklarını şimdi baskı ve cezalandırma yoluyla korumaya çalışıyor. Bu haliyle yağmaladığı ganimeti koruyabilmek için şiddete başvurmaktan çekinmeyeceğini de ima ediyor.

Meşru, meşru olmayan her türlü gücü elinde bulunduranın bir de antidemokratik koşullarda bir seçimi dayatması, onunla mücadele edebilmek için birleşmeyi, bir arada olmayı gerektiriyor.

RTE tarafı daha da katılaşarak, ideolojisinin çelik çekirdeğinde kümeleniyor. Bu koşullar altında otoriter rejimi seçimle değiştirebilmenin yolu, olabilecek en asgari ortak paydada buluşmak olmalı.

Farklılıkları geçici olarak askıya alarak demokrasinin temel ilkeleri vaadi altında bir araya gelmek.

Buraya kadar çoğu insan hem fikir olabilir. Doğan (Tılıç) geçen cumartesi otoriter rejimlerde seçimin nasıl kazanılabildiğini dünyadaki örneklerinden süzerek ders niteliğinde yazdı da. Yazıda söz ettiği en önemli yöntemlerden biri yurttaşları siyasal alana/ mücadeleye aktif olarak katabilmenin yollarını bulmaktı.

Yurttaş sıfatı sadece seçim sürecinde azınlık değil çoğunluk olduğumuzu göstermekle sınırlı değil. Ortak paydanın, seçimi kazandıktan sonra uygulayacağı siyasi programın da bir parçası olmanın önünü açacak olması. Ortak payda bir bitiş çizgisi, varılacak hedef değil başlangıç noktası, yola çıkılacak yer olmalı.

Ortak paydadan nereye doğru gidilecek? Asgari demokrasi inşasından sonra ne olacak? Oluşacak Meclis, demokratik olacak tamam da, oluşacak demokratik yönetim nasıl bir siyasi program yürütecek. Askıya alınan farklılıklar Meclis’te neyi temsil etmek üzere askıdan indirilecek?

Aktif yurttaş hareketleri seçim öncesi topluma cesaret aşılamak için hem de seçim sonrası gidilecek yol için niyet beyanında bulunarak etki etmeliler. Seçim süreci ve sonrası siyasi partilere ve sivil toplum kuruluşlarına temsil yetkisi verilerek beklenecek bir süreç olmamalı. Hem siyasi partileri hem de STK’leri, meslek örgütlerini biçimlendirecek talepleri, isimleri olan yurttaşlar ilan etmeliler.

İsimleri olan yurttaşlardan kastım, adları soyadlarıyla taraflarını ve taleplerini ilan etmekten kaçınmayan, elini taşın altına koymaktan çekinmeyen somut insanlar.

“Biz aşağıda imzası olan” diye başlayan doktorlar, hukukçular, inşaat mühendisleri, eczacılar, kadınlar, LGBT’ler, öğretmenler, bankacılar, maden işçileri, çiftçiler gibi niyet beyanlarına ihtiyacımız var. Azın kendisini çok gösterdiği bu baskı dönemlerini kırmanın yollarından biri de, az sanılanın aslında ne kadar çok olduğunu korkmadan ve göze alarak gösterebilmekten geçiyor. Bu görev sanılanın aksine en çok da “kırk yaşın üstündekilere” düşüyor.

Bu niyet beyanları ve imzalarımızla baskıcı rejimin ilk cezalandıracakları olabiliriz. Olsun, çocuklarımızın geleceği bizim ödeyebileceğimiz bedellerden çok daha değerli, öyle değil mi?