Sarayın “yeni-Osmanlıcı yönetim mantalitesi” uzun süre dış politik akametleriyle gündeme geldi. Osmanlı hinterlantlında yer alan coğrafyaya dair sınır ötesi işgüzarlıklar, savaş yanlısı tutum, silahlanma yarışında harcanan paralar derken AB’nin gönderdiği üç kuruş için ülkeyi kocaman bir mülteci kampına çeviren iktidar, bugün halen sonuçlarıyla başa çıkamadığı gerginlikleri aşmaya çabalıyor. Aynı mantalitenin iç politik güzergâhı ise Nagehan Tokdoğan’ın tahlilinde “iç emperyal iştah” olarak tanımlanmıştı. O, AKP iktidarı döneminde gündelik alana sirayet ettirilen yeni-Osmanlıcılık fikrinin “kolektif bir özgüven aşısı gibi işlediğini” ve “alternatif bir milli aidiyet hafızası” yaratma çabasını hayata geçirdiğini yazmıştı. Nihayet tüm yönleriyle ecdada atıflarla kurgulanan bu hafızada hem ekonomik hem de siyasi olarak bir “altın çağ” konsepti belirginlik kazanırken, söylemde de sürekli işaret edilen şanlı ereklere nispeten pratik sorunlar, örneğin afetlere ilişkin basiretsizlikler ya da hayat pahalılığı gibi meseleler “önemsiz” yahut geçici olarak aksettirildi. Bu aynı yönetim mantalitesinin ekonomik boyutu ise Erdoğan’ın yılladır vazgeçmediği bir huyu olan “krizleri siyasi kararlarla baskılama” çabasında tecessüm etti. Tam bir istibdat politikasıyla yani. Sonuçta bugün gelinen noktada komşularıyla arayı düzeltemeyen, düzensiz göçü engelleyemeyen, hayat pahalılığını dizginleyemeyen, bütün kurumları rant ağlarıyla sarılarak yozlaşmış ve tüm bunlara rağmen hala kendini devlet sanan bir şey var.

***

İlginçtir ki iktidarın kendi yalpalamaları nedeniyle çektiği cefa gerçekten de Osmanlı’nın son yıllarında yaşanan sorunlara çok benziyor. Yani mantalite gerçekten de Osmanlı’dan devralınmış gibi ama o bahsettikleri “altın çağdan” filan değil, çöküş döneminden…

Mesela o dönemde Balkan Harbi nedeniyle yaşanan büyük göç dalgaları Osmanlı’nın çöküşünde çok ciddi bir etkiye sahipti. Sınırların daralmasıyla birlikte gerçekleşen yatay nüfus hareketlerinin sonucu olarak bazı çıkar grupları devlet erkinden özerkleşmeye başlamış, göç ederek gelen kitlelerin bir istihdam sorunu ortaya çıkmış ve bu dönemde ciddi bir mülksüzleşme süreci yaşanmıştır.

***

Yine finans piyasasının sorunları o yıllarda da tavan yapmıştı. Osmanlı Bankası ile devlet arasında uzun süre devam eden uyuşmazlıklar ve sürekli borçlanma nedeniyle asla tam bir düzenleme tarzı oturtulamamıştı. Yaşam pahalılığı zirve yapmış, alım gücü sıfırlanmıştı. Üretim sürecinde yaşanan tıkanıklıkların devlet uygulamalarında yozlaşmaya neden olduğu görülmüş, Osmanlı Devleti bünyesinde olan iktidar mümessilleri bu dönemde toplanılan vergileri hortumlamak ya da fazla vergi toplamak gibi usul bozuklukları uygulamak yoluyla -devlet erkine dayanarak elde ettikleri güç sayesinde- zor kullanarak bir ilkel sermaye birikimini bile sağlamıştı. Haliyle mülksüzleşme süreçlerinin artışı yoksulluk olgusunu en önemli sorunlardan biri haline getirmiş ve devlet önemli ölçüde bir “otorite krizi” içerisine girmişti. Bu nedenle özellikle Abdülhamit dönemindeki hegemonik politik proje “sadaka kültürü” ve “hayır işleri” ekseninde kurulmaya çalışıldı.

Geçtiğimiz haftalarda yitirdiğimiz tarihçi Zafer Toprak, Osmanlı Devletinin de (yıllardır bizim saray rejiminin yaptığı gibi) karşılaştığı her türlü ekonomik krizi “ekonomi dışı yollarla” çözmeye çabaladığını da yazar. Önceleri matbaanın ve demir kaşıkların batıdan ithaline karşı çıkan fetvaların yayınlanması, Anadolu’daki hattatların ve tahta kaşık atölyelerinde verili bulunan istihdam alanının korunmasına yönelik bu tür önlemlere örnektir. Fakat sonunda bu durum özellikle savaş yıllarında tam bir iflası beraberinde getirmiş, kâğıt banknotlar basılıp piyasaya sürülmesi gerekmiş ve sonuçta piyasa işlerliğini yitirmişti.

***

Kuşkusuz işçi grevleri ve gelir dağılımdaki adaletsizliklere yönelik tepkiler de yükselişe geçmişti. 1870 sonrasında Osmanlı’da ücretlerin ödenmemesi ya da azlığı nedeniyle çok sayıda grev yapıldığı biliniyor. (Bu dönemin önemli grevleri arasında 1872 Beyoğlu telgrafhane işçileri grevi, 1875 tersane grevi ve Sirkeci hamalları grevi sayılabilir.) Üstelik ekonomik gerilimler azınlık isyanlarını ve kültürel reaksiyonları da esas tetikleyen şey olmuştu. Osmanlı’nın gayri-Müslimlere ilişkin yaptırımları, topladığı ek vergiler ve baskıları, bürokratların yozlaşmasıyla birlikte büyük bir kesim için iyiden iyiye “çekilmez” hale gelmişti. (Örneğin Halil İnalcık Bulgaristan’daki Niş isyanını anlatırken reaya vekillerinin beş şikâyetini aktarır: Bu şikâyetlerin ilk üçü vergi artışı, toplanan vergilerdeki usulsüzlükler ve kaldırılmış vergilerin halen tahsil edilmesine ilişkin itirazlar iken, diğer ikisi kültürel baskılara ilintilidir.) Nihayet istibdat rejimine yaslanan Osmanlı burjuva sınıfının iki gövdeli yapısı arasındaki çıkar çatışmalarında devlet aygıtını sürekli araçsallaştırması da enkazı yükselten son şey olmuştu.

Ezcümle, bugünkü yeni-Osmanlıcı yönetimimizin yol açtığı ekonomik sancılar tarihin tekerrürü gibi. O vakit ittihatçıların son rötuşları da Osmanlı’yı çöküşten kurtaramamıştı. Şimdi başa çıkılamaz hale gelen krize karşı “son çare” diyerekten Mehmet Şimşek’e sarılan saray rejimi de yakında yeni bir Düyûn-ı Umûmiye açarsa şaşmayın…