Ne zaman biri beni bir cümlenin içine yerleştirse kendimi tuhaf hissederim, sanki yakalanıp bir yere kapatılmışım gibi. Başkalarını kolaylıkla cümlelerin içine yerleştirebilirim, fakat insanın kendisine dair cümleler kurması zor; yüklemler, insanın sırtına yük bindirip, elini kolunu bağlıyor, hareketlerini kısıtlıyor. Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u gibi, ben de çağrılmayı beklerim. Ne zaman hayatın içinde akıp giderken biri adımı seslense dönüp bakarım. Sözcükler şeyleri çağırmak içindir. Fakat cümle, yaşayan şeyleri akışın içinden çekip çıkarmaya, bir bütünün içine yerleştirip yapılandırmaya yarıyor. Kendilerine dair cümleler kuranlar, tamamen varoluşsal kaygılarla kendilerine güvenli yapıların içine yerleştirenlerdir. Bir özneyi “dır” ile biten cümlelere yerleştirmek, onu yaşamın denge bozucu kuvvetlerinden korumaktır. Fakat varoluşsal kaygılarla alınan önlemler, varoluşa tehdit oluşturabilir. Cümlenin bildirdiği her yargı, bir mahkeme kararı, özneyi mahkûm eder, hücreye kapatır. Dilin içinde yaşıyoruz; güvenlik saplantısıyla tüm hayatını yeraltındaki korunağını tasarlamak, kazmak ve kusursuz hale getirmekle geçiren bir köstebeğin kafkaesk öyküsü. “Nesiller boyu inşa edilen binalar uğursuzdur çünkü insanın elde edemeyeceği bir güvenliği sağlamaları beklenir. Tasarım kusursuzlaştıkça nefes almak zorlaşır; tüm gedikler kapatıldığında, yapının bir zindana dönüşmesi kaçınılmaz olur” (Kracauer).

Nesiller boyu inşa edilen kusursuz bir tasarım olarak dil varlığın evidir ve aynı ev nefes almakta zorlandığınız bir zindana da dönüşebilir. Bir köstebek gibi dilin içini oyarak inşa edilen yuvaların dışarı açılan delikleri güvenlik saplantısı nedeniyle kapatılmışsa yaşamla bağlantıları kesilmiştir. Her metin, yeraltındaki bir köstebek yuvası. Benjamin çeviri üzerine yazdığı kitapta cümleleri duvara, sözcükleri ise pasajlara benzetir. “Çevirmen, metnin semantik anlamına odaklanmak yerine her sözcüğe bir bütün olarak dilin fragmanları gözüyle bakar… Cümle metinde tıkanırsa pasaj bir kaçış olanağı sunar.” (Buck-Mors, Yıl Bir, Metis). Ne zaman biri beni cümlelere yerleştirse, duvarların arasına tıkıldığımı hissediyorum. Ve çağrılmayı bekliyorum: “Orada kimse var mı?” Dilin altında kalanlar, çağrılmayı arzular. Cümle, yaşayan varlığı bir dekupaj işlemi gibi, yaşamdan kesip çıkararak duvarların arasına kapatıyorsa, dilin bir fragmanı olarak sözcük, Benjamin’in dediği gibi yaşama açılan bir geçit olabilir.

∗∗

İçinde yaşadığımız alem, cümlelerle inşa edilmiş bir cümle alem. “Dil yaşam değildir; o yaşama buyruklar verir” (Deleuze ve Guattari, Bin Yayla). Varlıklar, cümlelere yerleştirilip uyruklara dönüştürüldükleri bir tabiiyet sisteminde, birilerinin buyruklarını yerine getirmek için vardırlar sadece. “Buyruğumu vereceğim” der birisi ve bekleriz. Dil, uyruklardan ve uyruklara verilen buyruklardan oluşmuş bir tabiiyet sistemi. Özne, ya da Batı dillerindeki şekliyle “subject”, tabi olan anlamına gelir, birinin buyruğu altına girendir, tebaadır, bir uyruk. Cümlenin içindeki özne bağlı olduğu yapı tarafından yapılandırılmıştır. Ne yapının ne de öznenin içine yaşam girebilir. Kapalı bir sistem olarak dilde, görülen, algılanan bir şeyin aktarımı söz konusu değildir; dil, işitilen şeyin, bir başkasının size söylediği şeyin aktarımından ibarettir: Kulaktan kulağa oyunu. Yaşamın şeyleri, cümlelerin içine kapatıldıklarında artık söylem nesneleridir, söylemin içinde vardırlar sadece. Yapının fragmanları olarak sözcükler yaşama açılan geçitlerdir. Onları çağırmak, sizi de özgürleştirebilir.

∗∗

Kapitalizm, yeryüzünü yıkma projesi, bir eko-kırım makinesi. Yine bir kırım, Erzincan’daki altın madeni. Madencilik faaliyeti de dilin içinde gerçekleşir, bir yıkım projesi olarak yaşama buyruklar veren dilsel bir edimdir. Uyruklar ve buyruklardan oluşan cümleler aleminde doğa da yasalarla, yönetmeliklerle söylemin içine kapatılmış ve bir uyruğa çevrilmiştir. Doğanın varlıklarını kapatıldıkları cümlelerden kurtarmak için onları dışarı çağırmanız gerekir. Doğayı çağırmak ve doğanın da sizi çağırması; özgürleşmek. Hatırlayın, söylemin içine kapatılmadan önce her sözcük, doğrudan gördüğümüz, algıladığımız şeylere işaret ederdi. Sözcükler, yaşama açılan geçitlerdir.