Google Play Store
App Store

Özgür Üniversite’nin yıllar evvel kapanan Ankara şubesindeki iktisat derslerinde “üretken emek–üretken olmayan emek” ayrımını anlatan Fikret Başkaya meşhur “piyano yapımcısı ile piyanist” farkını örnek verirdi. Ancak bunun yalnızca soyutlama düzeyinde yapılan bir ayrım olduğundan bahsetmeyi de asla ihmal etmezdi: “Gençler!” derdi, “piyanoyu yapan da piyanoyu çalan da işçidir!”

Bu “üretken olmayan emek” soyutlaması günlük jargonda “hizmet sektörü” diye daraltılarak ifade edilen istihdam alanına büyük ölçüde tekabül etse de esasta ücretlilik ilişkisi bağlamında sanatçıları, öğretmenleri hatta bilim insanlarını dahi içeren bir toplamı işaret eder. Fakat statü değerleri sınıf konumlanmalarını çaprazdan saran bir sis yarattığından bunların çoğu işçi olduğunun farkında dahi değildir. Haliyle sınıf ile kültür ilişkisinin karmaşık değişkenliği aristokrasiden miras kalan bir seçkincilikle paranteze alınarak donuklaşmış tanımlamalara hapsedilir. “Alanlar” yahut “habituslar” filan sınıfsal konumlanmalara iliştirilerek birbirinden ayırt edilmeye başlar ve bu yüzden bilhassa “yüksek kültür” alt sınıfların erişemeyeceği bir ayrıcalık gibi ifade edilir. Üstelik kimi olgusal göstergelerle de kabaca desteklenerek sabitlenir bu fikir.

Gelgelelim “kültür” denilen şey böylesi kolaycılıkları biteviye yalanlayan (açık uçlu) bir yeniden üretim süreci ihtiva ettiğinden, emekçi sınıfların “kültür üreticiliği” bu fikri her zaman komik duruma düşürebilecek folklorik ve sanatsal çıktıları sunacak potansiyele sahiptir. İşte bundan -kendisi de işçi mahallelerinde büyüyen- Raymond Williams geçtiğimiz yüzyılda baskın kılınmış bu “seçkinci küstahlıkların” karşısında “kültür sıradandır” diye ısrar eden Marksist bir çıkış yapar. Ona göre yaratıcılık ve sanat, toplumsal hayatın bir parçasıdır ve kimi sanatsal formların yalnızca ekonomik avantajlarını kullanan imtiyazlılara ait gibi gösterilmesi sadece ve sadece emekçi sınıfların “özgüvenini” kırmaya, yaratıcılığını engellemeye yarar. Bu nedenle kültürel yaklaşımlardaki seçkincilik de en az muhafazakârlık kadar “antidemokratiktir” ve ne ölçüde “özgürlükçü” imgeleri bağrına basmış olursa olsun, sömürü rejiminin sınıfsal tahakkümüyle sessiz bir ittifak içindedir!

Sanırım geçtiğimiz haftalarda “piyano çalan kurye” olarak bir sosyal medya fenomeni haline gelen M. Can İncir’in şu birkaç günlük tecrübesi Williams’ın fazlasıyla ilgisini çekerdi. Zira 19 yaşında eğitimini sürdürmek için -pek çok yaşıtı gibi- çalışan gencin piyano çalabilmesi karşısında belirli bir kesimin yaşadığı şaşkınlık neredeyse alt sınıftan duydukları bir tür “tedirginliği” ele verir gibiydi. (Belli ki çaldığı enstrüman piyano değil de saz olsaydı, üst sınıfın bu iştahlı ilgisine mazhar olmayacaktı.) Ona piyano armağan etmek, ona ders vermek, yanında sahne vermek, hatta kuryelerine zulmüyle ünlü Getir firmasının onu kuryelikten terfi ettirerek yazılım biriminde iş vermesi… Tüm bunlar “aman işçiler piyano çalmasın, piyano çalacaklarsa işçi olmasınlar” demek gibi.

Oysa müzisyenlerin büyük bir çoğunluğunun benzeri ağır işler yaparak hayatını sürdürdüğü, hatta salgın sonrasında getirilen müzik yasaklarıyla buna daha da mecbur bırakıldıkları bir ülkede kuryelik yapan piyanistler olması rastlantı değil ki. Emin olun, onlardan çok var! Fakat elinde aç bırakmanın kırbacıyla dolaşan sermaye sahipleri tarafından pek çok yeteneğin daha “vakti” gasp ediliyor. “Boş durma ortalığı süpür” diyen patronları pek çoğunun iş dışı yaşamı hayal etmesine bile mahal vermiyor. Pek çoğunun sanat üretimini mümkün kılan pahalı aygıt ve gereçleri almaya gücü yetmiyor, dahası neo-liberalizmin canına okuduğu kamuculuk artık hiç olmadığı için eski halkevleri gibi tesisler aracılığıyla da bunlara ulaşamıyorlar. Tüm bunlara rağmen, yeteneklerini geliştirmesi “resmen” engellenen insanlar sanatçı olabiliyor, hatta üst sınıfın mabetlerinde “yetiştirilmiş” kalburüstü rakiplerine parmak ısırtacak işler çıkarabiliyor. Fakat sadece sanat üretimi yaparak yaşamlarını sürdüremiyor, hatta salgın sırasında olduğu gibi bilfiil iktidar eliyle intihara sürükleniyorlar. Anlaşılan egemenler onların hayal gücünden, yaratıcılığından korkuyor, belki bundan; “emekçi sınıftan” olmak ile “kültür üreticisi” olmak durumları arasına yalnızca fiili değil, aynı zamanda teorik bariyerler de örüyorlar.