Google Play Store
App Store

Romancıların, romanlarını nasıl yazdıkları sıkça merak edilir. "Nerede yazıyorlar, masaları nasıl, evleri nasıl, kaç günde bitirdiler, üzerinde nasıl çalıştılar" gibi sorular okurun kafasını kurcalar. Roman yazarlarının roman karakterleriyle özdeş tutulmasının da etkisiyle romancıya dair magazinsel bir ilgi oluşur. Livaneli’nin anlattığı bir anısında, Fransa’da sokakta yatan bir şarapçının Yaşar Kemal’i görüp Fransızca "Eşkıya Memed" demesi, roman karakteri ile yazar arasında kurulan özdeşliğe de bir örnek. Bunun nedenini romanın özünde karakterlerle yaratılan bir atmosfer olması, romanın uzunluğu içinde karakterlerin öyküye göre çok daha detaylı işlenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir süre sonra karakteri gerçekmiş gibi algılayan okur, yazarın kendisini anlattığı yanılsamasına kendisini kaptırır. Orhan Pamuk bunun bir köy kahvehanesindeki vatandaşta da Harvard profesörlerinde de deneyimlediğini anlatır.


***

Ancak romancıya dair soruların bir başka nedeni, o uzun ve derin yapıtın nasıl yazılabildiğine dair merak ve bir nevi hayranlıktır. Oysa türler arasındaki tartışmalarda yoğunluğuyla, ince işçiliğiyle öykünün daha zahmetli bir form olduğu sıkça belirtilir. Yine de romanın kalınlığı, okutma becerisi ve anlatma coşkusu okurda "bu nasıl yazılıyor" merakını doğurur.

"Hayatım roman" diye yola çıkıp da yarı yolda bırakan çoktur. Bir süre sonra yazan kişi, anlattıklarının "kendince önemli" anıların ortaya serilmesinden ibaret olduğunu fark eder. Kimileri bunu da fark edemez ve ücretli kitap basma sektörünün tuzağına düşer. Bu ayrı bir tartışma… Romanın uzun yolculuğuna çıktığımızda ya da çıkarken yolda kalmamak için kafamızda oluşturmamız gereken sorular olmalı.

NE YAZACAĞIM?

Romanın genel atmosferini kurarken bir çekirdek unsur ile vasıta unsurları uyumlu bir şekilde bir araya gelir. Yani anlatılacak hikâye ve o hikâyeyle bütünleşecek "yaşayan" karakterler, olayın geçeceği zaman ve mekân, anlatıcı ve dil birleşecektir. Yani 300-500 sayfalık bir romanı okutacak hikâye nedir? Ne gibi olaylar olacak. Bu genel aksın kafamızda şekillenmesi gerekiyor. Elbette ki yolda değişen süreçler olacaktır ki bu roman yazmanın en keyifli kısmıdır. Ancak hikâyenin özündeki çatışma bir biçimde bilinir. Örneğin, "Ben bir köylü-ağa çatışması ve bir eşkıya hikâyesi yazacağım" dediğinizde, "ben bir imkânsız aşk hikâyesi yazacağım ve bunu kentli-taşralı kültürel çatışması ekseninde yazacağım dediğinizde" ya da "ben bir soygun ve kaçış hikâyesi anlatacağım ama bunu hırsızın gözünden kendi vicdan muhasebesi ile yapacağım" dediğinizde çekirdek unsuru az çok belirlemiş oluyorsunuz. Tabii romanı öyküden ayıran en önemli özelliğin karakterlerin ve çözümlemelerin öne çıkması olduğunu söylemiştik. Öyküde sanki tüm yatırım o kısacık alanda zirve noktası için yapılmış gibidir. Karakterin düğüme ulaşması için birkaç özelliğe sahip olması yeterli gibidir. Romanda ise bu yetmez. Karakter hem anlatma/özetleme tekniği hem de gösterme/sahneleme tekniği ile okura yol boyunca tanıtılır. Roman kahramanları o yüzden unutulmaz. Yani kahramanlarınızı da iyi tanımanız gerekir. Ne yazacağınıza bu anlamda karar vermeniz gerekir.

NASIL YAZACAĞIM?

Büyük romancı Yaşar Kemal, her kitabında o hikâyeye özgü bir dil kurduğunu Bilgi Üniversitesi’ndeki sempozyumda anlatmıştı. Çokça tartışılan üslup meselesinin özünde yatan, atmosferi destekleyip desteklemediğidir. Burada her yazarın bir özgün üslubunun olması başka, romanın özüne uygun bütünleştirici bir dil kurmak başka şeyler. Kurduğunuz dil karakterlerin, mekânın, hikâyenin bütünlüğü ile uyumlu mu konusu kafamızı kurcalar. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanındaki giriş kısmının zorluğuyla ilgili yorumu, romanın bir labirent üzerine kurulduğu ve içine girmenin zor olduğudur. O yüzden giriş dili de zordur. Romanın uzun yolculuğu içerisinde dilin nasıl kurulacağı önemli ve en önemlisi tüm unsurlarla arasında kuracağı bütünlük.

NİYE YAZACAĞIM?

Burada tabii ki bizi tetikleyen pek çok şey olabilir. Bir hikâyeyi paylaşmak, yazar olmak istemek, hayatını anlatmak, bu işten çok para kazanıldığını sanmak, birilerine laf çarpmak… Hepsi kabulümüzdür. Nereden yola çıktığınızdan çok sonuç önemli, yani ortaya çıkan eser. Ancak bu soruda benim kastettiğim şey başka. Bu hikâyenin teması, iletisi ne? Niye anlattım (yazdım) ben bunca şeyi? "Tema, bir eserin veya metnin tümüne yayılmış temel düşünce ve duygudur. Eserin veya metnin teması, onun konusu değildir. Tema, konunun çok özel bir şekilde işlenmiş ayrıntısıdır. Tema, konunun sınırlandırılmış bir yönüdür, okuyucuya verilmek istenen iletinin özüdür. Bir edebî eser veya metin, birden fazla temadan meydana gelebilir. Fakat bunlardan bir tanesi veya birkaçı daha ön plana çıkar. Arka plandaki temalar, asıl temayı besler, eseri zenginleştirir." Bu tanımı esas alırsak kafamızın içindeki felsefi, psikolojik, sosyolojik ya da politik dertlerin romanda tematik unsurun belirleyicisi olabildiğini görürüz. Bu tematik unsurun da bir bütünlük oluşturması gerekir. Milan Kundera, Roman Sanatı adlı eserinde, "Bir romanın tutarlılığını sağlayan daha derin bir şey olduğunu sanıyorum: Tematik birlik. Temalarını terk ettiği ve hikâyeyi anlatmakla yetindiği zaman roman yavanlaşır" der.

Romanın hangi masada, kaç günde ya da hangi köyde/şehirde yazıldığından çok yazar adaylarının bu üç soruyla kafasını kurcalaması gerektiğini düşünüyorum. Romanın uzun yolculuğunda, dere tepe aşarken, nice zorlukla karşılaşırken, bize en önemli desteği verecek olanların bu soruları vereceğimiz yanıtlardır.