Ülkemizde 14 Mart dönemlerinde hekimler, sağlık emekçileri sorunlarını, taleplerini duyurmaya çalışırlar. Sağlık hizmetleri, nasıl sağlıklı olabileceğimiz tartışılır. Sorunlar birikmiştir, yıllardır bir bayramdan söz edilemeyeceği anlatılır, sağlıkçılar eğlenmekten çok meydanlarda seslerini duyurmaya çalışırlar.

Bu koşullarda, salgının tüm toplumun üzerine pek çok boyutuyla çöktüğü bir ortamda giriyoruz sözde tıp bayramına. Salgın yönetimine güven o kadar azaldı ki açıklanan çok renkli haritalara, olan ya da olmayan kısıtlamalara, bunların anlamına sadece ortalama yurttaşımız değil bilim insanları da bilmece çözmeye çalışır gibi bakıyor. Salgın yakın zamanda gündemden düşeceğe benzemiyor, bazıları yararlansa da toplumun geniş kesimlerini tüketmeye devam ediyor.

Sağlıkçılar ne durumda?

Bu soruya olumlu cevaplar vermeyi çok istiyorum, ne yapsam olmuyor. Piyasacı sağlık anlayışının belirlediği, şehir hastaneleri düzeniyle yeni bir boyuta ulaşan sağlık ortamından söz ediyoruz. 2021’de Sağlık Bakanlığı’nın tüm bütçesinin %20’sinden fazlası şu ana kadar 13 tanesi açılan şehir hastanelerine, bunları işleten şirketlere gidecek. Hekimlerden, sağlık emekçilerinden, diğer tüm yatırımlardan, koruyucu sağlık hizmetlerinden kesilecek, bu şirketlere bir yılda 16,4 milyar TL para ödenecek.

Hekimler özelde ciro, kamuda performans baskısıyla çalışmaya devam ediyor. Buna rağmen döner sermaye ödemeleri yapılmıyor. Salgınla boğuşan hekimlere “çok hasta bakın, çok ameliyat yapın, faturalar artsın belki para veririz” diyen, üzerine de “hakkınız ödenmez” yollu sözlerle alaya alan acımasız bir sistem bu.

Hekimliğin nasıl yapılacağını mesleğin bilgi ve birikimi değil Sosyal Güvenlik Kurumu ve özel sigortaların geri ödeme kuralları belirliyor. Mesleğin kişi ve toplum yararına, birikmiş değerler üzerinden yapılması önünde engeller var.

Sağlıkta şiddet devam ediyor, sağlıkçılar yoğun bakım önlerinde kurdukları barikatlarla kendilerini korumaya çalışıyor. Yitip giden canlarımızın yüzleri gözümüzün önünden gitmiyor, çıkan yasalar çare olmuyor, yönetenler meseleyi samimiyetle ele almaktan ısrarla kaçıyor.

Koruyucu sağlık hizmetlerini güçlendiren,basamaklı, akılcı bir sağlık anlayışı yerine hastalık tedavisine, hastaneciliğe yoğunlaşan sisteminden vazgeçilmiyor. Hekime başvuru sayıları rekor üstüne rekor kırıyor, buna rağmen kronik hastalıkların takibini iyi yapamadığımız görülüyor.

Salgın döneminde sağlık çalışanları artan iş yükü altında boğulurken atanamayan 600 bin sağlıkçı çaldıkları tüm kapılardan elleri boş dönüyor. Dişhekimleri, uzman hekimler, asistanlar meslekleriyle ilgisiz biçimde filyasyon ekiplerinde, evlerde aşı hizmetlerinde çalıştırılıyor. Bunları yapabilecek eğitimli sağlıkçılar evlerinde, işsizlik kıskacında çile dolduruyor.

Liyakat mı? Nerede var ki diyeceksiniz, haklısınız. Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan rektör atamasında gündeme oturan liyakat sorunu hemen tüm üniversitelerin, bürokrasinin, hayatın her alanının sorunu haline gelmiş durumda. Adrese teslim kadro ilanları gündemden düşmüyor, dünyada benzeri olmayan bir üniversite kurarak eğitim kliniği olmayan yerlere bile üniversite kadroları açabiliyoruz.

Tıp eğitimindeki sorunlar bitmiyor. Yeni tıp fakülteleri açılmaya devam ediyor, sayıları 124 oldu, bazılarında çift program var, toplam program sayısı 141. Hekimler bile gelecekte hastalandıklarında kimlerden, nasıl sağlık hizmeti alacaklarını kara kara düşünür oldular.

EŞİTLİK, DEMOKRASİ, BARIŞ

Sağlığın olmazsa olmaz koşulları iş, aş, gelir adaleti, ifade özgürlüğü, örgütlenme, barış içinde yaşam talepleri sıklıkla suç sayılıyor. Bunları dillendirince kendinizi göz altında, mahkeme kapılarında, cezaevlerinde buluyorsanız nasıl sağlıklı olabilirsiniz? Sağlığın doktor, tetkik, ilaç, ameliyat ile başlayıp bitmeyen ve yaşamın bütününden etkilenen bir kavram olduğunu biliyoruz.

Nasıl mı daha sağlıklı oluruz? Bu yıl da 14 Mart’a giderken sözümüzü yinelemek, hekimlerle, sağlıkçılarla dayanışmak, ortak mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.