Sen depremi yaşadın mı?
Bu soruyu ilk 1999’da İzmit’te yıkıntıların ortasında sohbet ettiğim bir depremzededen duymuştum. “Yüz yılın felaketi” etiketi ile anılan 17 Ağustos Körfez Depremi üzerinden bir aya yakın süre geçmiş, “yaraların sarılması” aşamasına gelinmişti. “Yaralar sarılırken”, yardımların niteliği, niceliği ve süresi, kime depremzede dendiği ve hangi derecede depremzede olarak resmi kayıtlara geçtiğine göre farklılaşmaktaydı.
İşte o soru, “depremi yaşadın mı” sorusu, yaralar sarılırken devletin tutacağı derecelendirilmiş depremzede envanterini temellendiren sarsan bir politik anlama sahiptir. Kim midir depremzede? Yaraların sarılma sürecinin yönetilmesi bakımından hedef-nüfus belirlenmesine mi ihtiyaç var? 10 ildeki yaklaşık 13 milyon insanımızı vuran felaketten çıkan depremzede tanım şöyledir: Kısa aralıklarla iki büyük fay kırığının o bitmek bilmez saniyelerini, ruhunun derinliklerinde ve fiziki varlığında yaşayana depremzede denir ve yeni yaşamın kurulma gerekleri bakımından aralarındaki ihtiyaç temelli farklılaşma asla eşitsizliğe yol açamaz. Bu çaptaki bir yıkımda yaralar ancak bu ilkelere yaslanan uygulamalarla sarılabilir.
1999 ile bugün yaşadığımız deprem, arama-kurtarma ve ilk yardım bakımından mukayese ediliyor. Bir de bunu utanmadan bugünkü afet yönetim pratiğini meşrulaştırmak için yapanlar var ki, bellekleri ile ar damarları arasındaki ilişkinin röntgenini çekesi geliyor insanın. 1999’da, neoliberalizmin şaha kalktığı o dönemde, “piyasa dostu” yönelimli olsa da modern bir devlet kapasitesi yürürlükteydi.
Eğer 1999 ile kıyas yapılacak ise Ecevit hükümetinin “yaraların sarılması” politikalarına bakılabilir. Mevcut yönetimin atacağı adımları öngörebilmek ve bugüne ilişkin dersler çıkarmak bakımından böyle bir değerlendirme anlamlı olabilir. 1999’da “yaraların sarılması” adına afetten bir ay sonra yürürlüğe konan şu politikalar izlendi:
Öncelikle, deprem bölgesinin ülke genelinden yalıtılması stratejisi izlendi. Kurulan büyük hacimli çadır-kentlerde toplanan depremzede nüfusa yönelik yardım ve destek hizmetleri kontrol altına alınırken, bu alanda faaliyet gösteren sivil inisiyatifleri bezdirici uygulamalar gerçekleştirildi. Bugünkü idare, kontrol ve denetim refleksini, sahaya indiği ikinci günde, henüz arama-kurtarma ve acil ihtiyaçların karşılanması aşamasında yürürlüğe soktu. Enkaz kaldırılıp, yaralı-ölü-kayıp listesi tamamlanınca başlayacak olan yaraların sarılma aşamasında ne yapacaklarını kestirmek zor değil. Bürokratik zorluklarla bezdirme yerine, "daha iyi bildikleri kriminalize etme siyaseti izleyecekleri şimdiden söylenebilir"
SINIRLANDIRILDI
İkinci strateji depremzede kapsamına giren nüfusun mümkün olduğu kadar daraltılması yönündeydi. Burada kurulan dev çadır-kentler önemli bir işlev üstlendi. 1834 tarihli İngiliz Yoksul Yasasının “düşük elverişlilik” ilkesi bizim çadır-kentlerde de yürürlükte idi; “çadır-kentlerdeki yaşam seviyesi, dışındaki en düşük yaşam seviyesinden elverişli olamaz” Böylece çadır-kentlerde depremzedelerin en çaresizlerinin kalması sağlanmış oldu. Bu strateji ile Ecevit Hükümeti depremzedeyi konutu yıkılana indirgemiş, sorumluluğunu da konut kriteri ile sınırlandırmış oldu. Bugüne gelince, Erdoğan idaresinin kurulmakta olan çadır-kentlerde en çaresizlerin kabulleneceği koşulları oluşturmak için fazladan bir stratejiye ihtiyaç duymayacakları belli olmuştur. Toplanan ve toplanacak paraları konut yapmak için harcamaya şimdiden hazır oldukları görülmektedir.
Yaraların sarılması namına üçüncü tamamlayıcı politika, ceplerine farklı büyüklükte “harçlık” konan depremzedelerin, piyasanın “normalleştirici” süreçlerine terk edilmesi yönündedir. Şimdiki idarenin, depremzedeye para verme işlemini, televizyonlarda “yüzzzz bin, onnn bin” gibi tonlamalarla davul-zurna çalarak duyuracağını biliyor ve çok endişe ediyoruz. Tamam seçim sürecindeyiz, tamam propaganda yapmak gerek, tamam yardımı oya tahvil eden bir bakiyeye sahipsiniz, ama AKP’li yöneticiler lütfen bunu yapmayın. Siz bu gösteriye hangi anlamı yüklerseniz yükleyin, ceplerine para konan 10 ilin depremzedeleri, yani sevdikleri ve yaşamları çalınan bu insanlar, üç kuruşa muhtaç düşkün muamelesi yaptığınızı düşüneceklerdir. Bunu siz bilemeyebilirsiniz, çünkü siz depremi yaşamadınız.