Sevgi...
Üniversiteye başlayacağım yaz olmalı. Annem masaya özenle “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni koyuyor: “Sevgi Soysal okumalısın!” Bir solukta okuyorum romanı. Sonra sırayla hepsini. Sanırım “Yürümek”i okurken bir anda yine annemin o derinden gelen konuşması... “O kadar güzeldi ki!” “Tanıştın mı Sevgi’yle?” “Öğrenciyken pikniğe giderdik, bir seferinde yanımdaki masada oturmuştu. Hayranlıkla bakmıştım. Bir de açıkoturumda dinlemiştim…” Bu sesi geçtiğimiz gün Atilla Birkiye’nin “Sevgi Soysal’la Son Röportaj” romanında duydum. Edebiyat sevdalısı genç bir üniversite öğrencisinin Sevgi’yle harmanlanan o çok tanıdık sevdasının içinde kayboldum.
İznik çinileri arasında, bir daha hiç kullanılamayan “mercan kırmızısı”nın asaleti konuşulur, durur. 16’ıncı yüzyılda yaşadığı tahmin edilen ustanın, bu fevkalade kızıllığa nasıl ulaştığı merak edilir. Onlarca usta, kanını çini üzerinde uygulayarak bu sırra erişmeye çabalar. Ama mercan kırmızısı isyankârdır. Nasıl yapıldığına dair veriyi hiçbir zaman sunmaz. Sevgi Soysal’ın adını “isyankâr” sözcüğüne yakıştırmak kısmi bir kurtuluş olur. Öte yandan ondaki isyankârlık, yüksek sesli, bağıran bir tonda hiç olmamıştır. Tıpkı İznik çinilerindeki gibi kendine özgü, kırılgan, naif, bir o kadar da içtenliklidir. İlklerimiz arasında olmasının bir başka nedeni de yazma serüveninde edindiği derdin, ulvi, aşkın, anlaşılmaz bir çizgide değil, son derece sıradan gibi görünmekle birlikte anlatılması çok da zor olan bir meseleye, zaaflarımıza, kararsızlıklarımıza, kuşkularımıza eğilmiş olmasındandır. Tükçedeki ilk anlamından dolayı “dert” sözcüğünün; dert edinme ilişkisinin özü itibariyle rahatsızlığa, acıya, eleme, hüzne yahut kedere dair bir ilişkilendirme biçimi olarak kullandığım sanılmasın. Tam tersine! Hayatı belirli bir biçimde dertleşebilmekten alınan keyfi yaşayabilmenin hazzını anlamayı öne çıkartarak yazıyorum bu satırları.
Sevgi Soysal’ın vazgeçilmezliği ondaki “dost” sesidir. O olmasaydı, hizâsızlık, tekinsizlik, kıyassızlık anlamını yitirirdi. Soluk soluğa yaşanmış, dolu dolu ama yarısı elinden alınmış bir hayatın sızısı kalmazdı. “Umumi ahlakın” bize neler ettiğine dair sözlerimizin yarısı elden giderdi. Satıraralarına gizlenen muziplik okuru esir etmezdi. Bugün çokça aradığımız umuda bir perçem eklenmezdi. Sistemin ve ceberrut devletin kıyasıya eleştirisi yapılamaz, yapılsa da onun gibi inceden sunulamazdı. Kendine özgü bir neşe yok olurdu. Kahkaha ile hüzün iç içe geçmezdi. Ustalıklı aşktan kimse söz açamazdı. Gözü karartmanın ne olduğu üzerinde durulmazdı. Dudağı kanayan bir kadının, sırf duygusuna yenildiği için değil, yalnızca sevgi arayışından eşini aldattığının fotoğrafı çekilmezdi. Ne çok şey var, genç bir yazar adayının onda bulacağı.
Tom Stoppard’ın çok sevdiğim oyunu “Hangisi Gerçek?”te bir tiyatro sahnesinde yaşananlar ele alınır. Yönetmen ve baş rol oyuncusu evlidir. Sahnedeki tartışmalar hayatla iç içe geçer. Oyunla gerçek bir aradadır. Atilla Birkiye de bir anı dizimi gibi başlayan romanında sürekli bizi, gerçek ve kurmaca arasında ikilime sokuyor. Anılar dizisi içinde dergi sahibi Mehmet ve yanındakilerle kurulu bir dünyaya adım atıyorsunuz. Ama belli ki, Yurdanur (Salman), Mehmet (Fuat), Selim (İleri), Celal (Üster), Turhan (sanırım Günay) dan oluşan evrenin, 70’li yıllara has özellikleriyle dolu fotoğrafına esir düşüyorsunuz. İşte tam da bu aralıkta, içe kapalı, yüreğinde coşkuyla yenilgiyi bir sarkaç gibi yaşayan genç yazar adayının aşkınlıkla, hayranlıkla iç içe geçtiği Sevgi Soysal’la bütünleşen serüveni kapınızı çalıyor. Birden Sevgi Soysal’ın Büklüm Sokak’taki evinin içine giriyorsunuz. Kapıda karşılayan yardımcısından sıyrılıp salona yürüyorsunuz. Bir bakmışsınız ki, Stoppard’ın “Hangisi Gerçek”te olduğu gibi, “İyi de, anı olan ne? Kurmaca olan ne?” sorusunu sormaya başlamışsınız. İşte roman kendi başarısını böyle bir zihin anlamlandırması üzerinden yapıyor. Dahası sürprizini finale saklıyor.
Kimi zaman salt gerçeğin peşinden koşmaz yazar. Alain Robbe-Grillet bir yazısında, son romanında martılarla ilgili bölümü yazmak için Britanya’ya gittiğini, ama okyanus kıyısında gerçek martıları görünce bu bölümü yazmaktan vazgeçtiğini anlatır. Martıları yaşamak için mutlaka onları yaşamaya ne hacet!
Ama edebiyatımızda gizli beğenisini sunulacak birisi varsa o Sevgi Soysal’dır. İşte ikilem burada!