İnsanlık tarihinin dönüm anlarından birini yaşadığımıza dair yorumlar giderek yaygınlaşıyor. Akademik makalelerden günlük medya yazılarına, sosyal medya yorumlarından gündelik arkadaş sohbetlerine kadar bu konu tartışılıyor.

Küçük ve orta ölçekli savaşların envanterleri çıkarılıyor ve bu çatışmaların büyük bir dünya savaşının fitilini ateşlemesinden endişeleniliyor. Orta sınıfın çöktüğü, dünyanın ultra zenginler ve koşullarını değiştirmeleri mümkün olmayan yoksullar olarak ikiye bölündüğü kabul ediliyor. Güneyden kuzeye, doğudan batıya devam eden göçü “dünyanın merkezini” (zenginleri) istila eden “öfkeli, ilkel, açlar” distopyası olarak tanımlayanlar az değil. İklim krizi, pandemi, ürkütücü hava olaylarıyla da birleşince küresel bir krizin dünyayı yıkıma sürüklediği “kaygısı” bireyleri ve kitleleri esir almaya başlıyor. Otoriter, totaliter, sağ liderliklerin birbirinden farklı ülkelerde bir bir iktidarı ele geçirişleri de kaygıyı derinleştiriyor.

Dünyanın yaşadığı ekonomik, politik ve insanlık krizinden bu dönem sorumlu tutuluyor. Krizin kendisini yaratan döneme özgü ekonomik politik araç ve yöntemlerle çözülemeyeceğini savunanlar çoğunlukta. Bir yazıda geçtiğinde çoğu zaman insanların gerisini okumaktan vazgeçtikleri “neoliberal dönem”! Neoliberal sözcüğünün iticiliğinin iki nedeni olabilir. İlki bilimsel bir dönemleme olmaması olabilir. İkincisi ise zihinlerin her hücresine nüfuz ettiğinden bir tür insanlığın başından beri varmış da o yüzden “başı sonu olmayan bir tarih”miş gibi anlaşılıyor olması. Derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık misali.

∗∗∗

Yıkım kaygısı içinde onarım arzusunu büyütür. Her son kaygısı, devam etme/ edebilme arzusunu kışkırtır. Ölümün son olma fikrinin korkutuculuğunun ölümden sonra bir hayat olmalı, arzusunu taşıması gibi. Yıkım anında kendisini güçsüz, yetersiz, çaresiz hissedenler onarım arzuları için güç arayışına girerler. Bu güç ya kendilerinde olacaktır ya da “güçlü bir kurtarıcıda!”

“Güçlü kurtarıcıya” özerkliğini ve eylem iradesini gönüllü olarak teslim etmenin avantajı, sorumluluğu devretmektir. Böylece hem eylem sorumluluğunu devreder hem de “kurtuluş” sürecinin ahlaki bedellerini ödemekten kaçınmış olur. Göçmenleri, düşmanları, hainleri insan olarak görmeyeceğini, onları “temizleyeceğini” vaat eden faşist lider tam da bu yolla, utangaç, örtük ırkçıların oylarıyla iktidarı ele geçirir.

Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden ama yetkiyi bir kurtarıcıya devretmek istemeyenler ise kendilerini güçlü hissettikleri bir dayanak arayışına girerler. Gelecek tekinsizleştiği ve şimdiki zaman güçsüzlükten başka bir şey vermediğinde bu dayanak noktası yıkım anının öncesinde yakın ya da uzak geçmişte aranır. “Gerileyerek” kendimizi güçlü hissettiğimiz bir zamana giderek o zamanki çözme, baş etme becerilerimizle donanmak isteriz. İş hayatında düşük ücretle, güvencesiz çalışan ve ay sonunu getiremedikçe batağa saplanan birinin üniversite yıllarını özlemesi gibi. Ders çalışmaktan başka hiç bir sorumluluğunun olmadığı ve rahatlıkla ders çalışabildiği zamanlar. İstanbul metropolündeki plaza cehenneminden ayrılıp, Muğla’nın bir köyünde domates salatalık yetiştirmek de öyledir. Plaza hayatının insana yakışır olup olmaması değildir burada işleyen dinamik. O hayatı sürdüremeyeceğine, performans gösteremeyeceğine, işten atılıp ortada kalacağına dair korkudan kaçmaktır.

∗∗∗

Bu tip bir gerilemede domatesleri yetiştirip hayatta kalmaya çalışan kişi keşke işletme, iktisat, bankacılık okuyacağıma ziraat mühendisliğine girseydim diye düşünebilir. Böyle baktığında yaşadığı hayatın yanlışlığı bir karabasan gibi çöker üzerine. Domatesin tadıyla kendisini avutmaya çalışsa da boştur. Kızgın, küskün bir yalnızlaşma sarmalına kapılıp kendini korumaktan başka amacı olmayan bir “bekleyiş” e dönüşebilir hayatı. Bu halde faşizmi çağırır.

Bir diğer seçenek daha vardır ama. Üniversite eğitiminden ve plaza hayatından öğrendiklerini, bu kez daha “insanca” bir hayatı inşa etmek, çoğalmak, dayanışmak ve paylaşmak için domates tarlasından yeni bir anlayışla başlatmak. Bilgi ve donanımını yakındaki insanlara, hemen az ilerdeki köy sakinlerine aktarmak, örneğin kooperatif kurmaya teşvik etmek, zararlı kimyasal kullanmadan tarım yapmayı öğretmek, imece yöntemiyle tarım araçlarını herkesin mülkü haline getirmek, köydeki çocukların eğitimlerine destek olmak, kadın erkek ilişkilerini eşitleştirmek; say say bitmez bir insanlık hayali. Distopya günlerinden ütopyaya yelkeni kırmak.

∗∗∗

İçinde bulunduğumuz krizin yıkım kaygısını aşmak, yıkım sürecinden bir hayat inşa etmek istiyorsak geçmişte dönmemiz gereken dayanak noktamız sınıf. Ama sınıf mücadelesini bitmekte olan dönemin bize kattıklarıyla, öğrettikleriyle birleştirebildiğimizde ütopyamız canlanacak.

Basitçe şunu demek istiyorum. Erkek egemenliği ya da kadınların eşitliği mücadelesi denildiğinde, hele bir devrim olsun, sınıf mücadelesini kazandığımızda kendiliğinden çözülür diyerek mi döneceğiz sınıfa, yoksa omuzdaşımız bir LGBT mi olacak? Sınıfa dönerken “kadınlarımızın” kurtuluşu diye mi slogan atacağız yoksa barikatın hemen ardında kadın yoldaşımızın erillik eleştirisini pür dikkat dinleyip kendimizi değiştirebilecek miyiz? Sınıfa dönmekten başka çaremiz yok gibi ama sınıfı yeniden tanımlamadan da başarı şansımız yok bence.