1 Mayıs 1977 Taksim, 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi, 17 Nisan 1978 Malatya, 8 Ekim 1978 Bahçelievler, 19 Aralık 1978 Maraş, 29 Mayıs 1980 Çorum katliamları… Son ikisi 1 aydan uzun süren pogrom denilebilecek katliamlar, 11 Temmuz 1980 Fatsa’ da faşist darbe provası ve ardından 12 Eylül faşist darbesi…

Bağımsızlık savaşı sonrası 1923 te ilan edilen sevgili zalim Cumhuriyet’in bağımsızlıkçı, antiemperyalist ve en çok da laik köklerinin soldan eleştirisinden beslenen Türkiye sosyalist hareketine, aynı Cumhuriyet’in 1950 den bu yana köküne kibrit suyu eken Amerikan işbirlikçisi sağcılarının verdiği yanıtlardı bu katliamlar.

Solkırımdan sağ kalanların içine düştükleri Özal Türkiye’sinde “solculuk” 12 Eylül öncesinden çok daha tehlikeli bir kimlik olmuştu. Terörize edilmiş bir halk, kapatılan sendikalar, dernekler, içi boşaltılan üniversiteler yüzünden bir dayanışma ağı kurabilecek olanaklardan mahrum edilmişti. Lise ve üniversitelerde zorunlu Atatürk İnkılabı derslerini askerler anlatıyordu. Üstüne kendisini sosyalist olarak tanımlayan PKK’nin silahlı eylemleri başlayıp, “Devlet” PKK’ye aynı şiddette yanıt verince sosyalizm ve sol sözcüklerinin anlamı ve bağlamı sadece ölüm haline geldi.

İkisi de 1986 yapımı Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle ve Zeki Ökten’in Ses filmlerini hatırlayın. 2006 yapımı Ömer Uğur’un Eve Dönüş filmi daha geç olsa da çok daha gerçekçi olarak o zamanları anlatır. Belki bu yazıyı okuyanları biraz kızdıracak ama 12 Eylül Darbesi sırasında 20- 30 yaş arasında olan devrimcilerden sağ kalanların çoğunun çocuklarının, sosyalist örgüt ve partilerden uzak durması, edebiyata, sanata yönelmesi, bazılarının politik olan her şeyden uzak durmasının bir nedeni de bu kanlı tarih oldu. Çoğu sosyalist, çocuklarını “soldan uzak” yetiştirdi.

∗∗∗

Aynı dönem Ahmet Altan ve Ümit Kıvanç romanlarında askeri darbe ile Kemalizmi ve Cumhuriyeti her şeyden sorumlu tutan, hepsini Kemalizm parantezine alan bir liberal dalga yükseldi. “Kemalistler halkı anlamadılar, ceberuttular, seçkinciydiler ve zaten başta Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan sosyalistler Kemalizmin yetiştirmesiydiler” analiz bombardımanı altında siyasal İslamcılar bir Anadolu halk hareketi olarak pazarlanmaya başlandı. Rejim yönünü 1993 Sivas katliamı ile göstermiş olmasına karşın, dincilerde antikemalist, antimilitarist bir özgürlükçülük imkânı gördüler! Oysa nasıl bugün RTE her zulmü demokrasi adı altında yapıyorsa, Kenan Evren’ de o kadar Atatürkçüydü.

Bu tarih bize özgü değil. Güney Amerika’ da Arjantin, Brezilya, Şili, Guatemala; Afrika’ da Mısır, Cezayir, Tunus, hatta Akdeniz’ de Kıbrıs için bile geçerli bir geçmiş. “Bizim” beceri ya da “beceriksizliğimiz” değil yani. Demem o ki psikolojik olan politik değil, politik olan psikolojiktir.

∗∗∗

Solkırım ve devlet terörü sosyalistlerin kuşaklararası aktarımını kesintiye uğrattı. Günümüzün Sol Parti’si 1994 yılında Özgürlük ve Dayanışma adıyla kurulduğunda toplantılarına, mitinglerine bir kavuşma duygusuyla gelen yüzbinler iş siyasal pratik ve oy verme olduğunda kaçınır oldular. Solkırımdan kalanlar için kimlik politikaları ve kültür endüstrisi, projecicilik güvenli limanlar işlevi gördü.

Bu yıkım tarihinin içinde Gezi, bir an için parlayan bir kıvılcım gibi herkesin gözünü kamaştırdı. Rejimin ödünü patlattı patlatmasına ama kıvılcımdan öteye gidemedi. Gezi’nin eşitlik, özgürlük, ortaklaşmacılar, komüncülük, dayanışmacılık, ortak bir ruhun bileşeni olmak gibi her şeyi vardı ama tek bir şeyi yoktu: örgütlülük! Gezi sosyalistlerin tüm çabasına rağmen örgütlenemedi ve kıvılcım bir nostaljiye döndü. Tam da güncel rejimin karakterine uygun bir şekilde Gezi Tutsakları, Cumhuriyet tarihinin en örgütsüz muhalif isyanını örgütlemekle suçlanıyorlar. Gezi örgütlenebilseydi bugün AKP kalmazdı ama CHP’ de kalmazdı ve HDP de bu halde olmazdı.

Kitleler kendiliğinden solculaşıp, sosyalizme yönelmez, solculuk her şeyden önce bir örgütlenme hareketi. Örgüt kitleyi yaratır, kitle örgütü değiştirir. Belki de her sosyalist hareket önce fikir kulübü olarak başlar ama kitleselleşmeyen sosyalist hareketler “fikir kulübü” olarak da kalırlar. Her sosyalist örgüt de “felsefesi gereği” tarihi olmayan, her dönemde hep işe yarayacak hazır reçete kullanamaz, içinde bulunduğu koşulların “devrimcisi” olur.

Geçmişten bu yana solcu olanlar ile bugünün solcularını bir araya getirecek, kuşaklararası aktarımı bir “yıkım, ölüm ve savunma” belleği değil, devrim ve yaratım belleği olarak hatırlatacak, coşkuyu filizlendirecek bir hareket, solculuk korkusunu geçirebilir.

Devrim, olana kadar imkânsız gelen ama olduğunda kaçınılmazdı, çoktan olmalıydı denilen durumdur. Tıpkı 1923 gibi. İlk yüzyılı solkırımla geçti, ikinci yüzyılı solun Cumhuriyeti olur umarım.