Soğuk bir gündü. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye temsilciliğinden randevu almıştık. Kalabalık bir heyetle Ankara’ya yola çıktık. ILO temsilcilik binasına girdik. Bina Birleşmiş Milletler toprağı sayılıyordu. Sonra dedik ki buradan çıkmayacağız.

Ankara’nın ayazında dışarıda ateşler yakıldı. İçeride müzakereler başladı. ‘ILO’yu işgal et’ eylemi dünya genelinde hızla yaygınlaşan işgal eylemlerine gönderme yapıyordu. Bu eylemler işgal edilen alanı özgürleştiren pratikler olarak yaşanıyordu. Yıl 2012’ydi. Eylem uluslararası sözleşmelerinin uygulanması, sendikal hak ve özgürlüklerin tanınması için yapılan bir eylemdi.

Konu, sendikal hakların gasp edilmesiydi. Konu, barajlardı. Konu, sendikal yasaklardı. Konu, Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi ile işçilerin üzerine kurulan köhnemiş sendikal düzendi. Konu, sendikalar kanunu idi.

DİSK Sine-Sen’den sevgili Galip Görür’le ILO yolunda, yol boyu sloganlar ürettik. En sevdiğimiz slogan ‘baraj kurma boşuna, yıkacağız başına’ydı.

Yeni sendikalar kanunu bir tekerrür idi. Haydar Ergülen’nin “güz, resimlerde bir yaprak tekrarı hâlâ” dizeleri gibiydi her şey. Sendikal düzen güzün yaprak tekrarları gibiydi.

AKP pek çok alanda olduğu gibi sendikal alanda da 12 Eylül paşalarının patronların ihtiyacı ekseninde şekillendirdiği mirası bırakmak istemiyordu.

Türkiye’de sendikal rejim devletin mutlak müdahalesi ile şekilleniyordu. 12 Eylül’den bu yana işçinin bir işyerinde örgütlenmesi yetmiyordu. Çifte baraj denen bir mekanizma kurulmuştu. Devlet işyerindeki işçinin tercihini değil, bu barajları esas alıyordu. “Yetkin var mı, yok mu?”. İşte soru buydu. İşçi de bunu soruyordu sendikaya. ‘Toplusözleşme yapmak için yetkin var mı?’. İşçi ile sendikaları arasındaki ilişki kopartılmaya çalışıldı.

DİSK 12 yıl kapalı kaldıktan sonra eşitsiz bir yarışa girdi. İşçi sınıfının bağımsız eylemi bu barajların altında ezilmek istendi.

Örgütlenme iradesi
Baraj işçi sınıfının örgütlenme iradesinin önüne kurulmuş bir barikattı. Söz konusu baraj toplusözleşme yetkisi ile ilgiliydi. Bir sendika toplusözleşme yapacaksa, faaliyet yürüttüğü işkolunda işçilerin yüzde 10’u örgütlemek zorundaydı. Bakanlık da buna göre yetki verecekti. İşçinin tercihinin hiçbir önemi yoktu. Yasayla barajı yüzde 10’dan yüzde 3’e çektiler. Ancak istatistik oyunlarla kimi sektörlerde gerçek baraj katlandı. Bakanlığın keyfiyeti aldı başını yürüdü. Sadece sağlık sektöründe binlerce sendika üyesi yargı kararına rağmen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yok sayıldı. Anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkı defalarca çiğnendi.

Bürokratik sarı sendikalar, güçlü tek sendika söylemi ile korundu. Türk-İş Türk Metal bu sendikalardan biriydi.

Sektörde işçi sınıfının mücadele geleneği devlet-sarı sendika-patron sendikası şeytan üçgeninde mücadele eden DİSK Birleşik Metal’de yaşamaya devam etti.

Şimdi Bursa’da yakılan ateş, barajları yıkıyor bir bir. Son baraj yıkıcılar geliyor. 12 Eylül’ün sendikal barajları yıkılıyor. Yasakların sınırı işçilerin eylemi ile çiziliyor. İşçi sınıfı yasaları değil, eylemlerinin haklılığını esas alıyor. Bu süreçte insan heyecanlanmadan edemiyor.

Sendikal barajla eşzamanlı 12 Eylül’ün bir başka barajı da tehdit altında. Eğer ciddi bir oy hırsızlığı olmazsa Halkların Demokratik Partisi (HDP) barajı aşacak gibi görünüyor. Bu barajın tarih sahnesine gömülmesi anlamına gelebilir. O yüzden Demirtaş’ın partisini destekleyenlere ‘son baraj yıkıcılar’ diye hitap etmesi son derece haklı ve yerindedir.

Ne kadar baraj varsa irademiz üzerine kurulan bir bir yıkılmalıdır.

Biz bu barajları Gezi’den de biliyoruz. Bizi durdurmak için, ‘halkın çoşkun akan selini’ durdurmak için kurulan polis barikatlarından da biliyoruz. 31 Mayıs’ta sokağa çıkan yüz binler bir sel gibi yıkıp geçti önlerine konulan bariyerleri.

Bir kar topu gibi büyümüştü umut. Şimdi hem işçi eylemleri, hem barajı yıkmaya yeminli milyonlar Gezi’nin mirasını taşıyorlar bir biçimiyle.

Şimdi baraj arkasına saklanıp çıkarlarını başkalarının iradesi üzerine inşa eden kim varsa gasp ettikleri özgürlüklerin hesabını vermeli.