Ortasının olmadığı bir millet olduğumuz açık. Bireyleri ya yerin dibine batırmamız ya da göklere çıkarmamız bilinen bir özelliğimizdir

Ortasının olmadığı bir millet olduğumuz açık. Bireyleri ya yerin dibine batırmamız ya da göklere çıkarmamız bilinen bir özelliğimizdir. Bu ülkeye gelen nice futbolcu ve teknik adamın havalimanlarında omuzlara alınıp, onlar için “dış hatların yandığına” defalarca şahit olduk, aynı adamların bırakın taraftarı, sadece tercümanları tarafından uğurlandığına da. Bugünlerde bu özelliğimizin yeni bir tezahürü var karşımızda. Üzerinde yenilikler yapılması planlanan Sporda Şiddet Yasası. Özellikle, Beşiktaş-Bursaspor maçı öncesi yaşanan olaylar ve 15 gün önce Florya’da oynanan, Galatasaray-Fenerbahçe 17 yaş altı müsabakasında, Galatasaraylı taraftarların sahaya girerek Fenerbahçeli genç sporculara fiziksel şiddet uygulaması bu yasanın meclis gündemine erken alınması yönündeki fikirleri ön plana çıkardı. Meydana gelen olayları tasvip etmek ya da bu eyleme imza atanların “tahrik” gibi, kalıba uydurmak için istenildiği yöne çekilebilecek bir kavramı savunma olarak kullanmalarına karşıyız, onu söyleyelim. Ama bu hiçbir şekilde kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan düzenlemelerin bahanesi olmamalı. Atlantik’in öte yanındaki Leviathan, kendi vatandaşlarını ve dünyanın gerisini, varolmayan tehlikeleri somut gerçekler gibi göstererek yaptığı haydutluğu meşrulaştırmak içni yıllardır korku politikasını kullanıyor. Türkiye’de karar alıcılar, (meşhur ezeli ebedi müttefikliğimizden midir bilinmez) aynı politikayı son yıllarda halkı manipüle etmek için kullanmaya başladılar. Yukarıda bahsettiğimiz 2 olay da, aslında sınırlamak istedikleri özgürlüklerin ve nihayetinde, taraftarlığın temel özgürlüklerine darbe vurmak için araç olarak kullanılmak üzere.

Öncelikle yeni yasadaki en çarpıcı noktalardan birisi 3’lü bir düzenlemenin ortaya çıkartacağı ortamla ilgili. Bunlar stadyum içindeki güvenlik önlemlerinin, kulüplere bağlı çalışan (Bursaspor polisi, Beşiktaş polisi gibi) görevlilerce sağlanacak olması, bilet satışlarının kimlik numaraları ile yapılacak olması ile bu kayıtların bilgi bankalarında tutulması ve son olarak, kulüp yöneticilerini ya da rakip takımı “küçümseyen, tahrik eden” (şiddet eylemlerine başvuranların bahane olarak kullandıkları son derece subjektif bir kavramı, yasa düzenleyicinin, tahsis ettiği yasanın amacına oturtması apayrı bir tartışma konusu) ya da “düzensizliğe teşvik eden” pankartlara gerektiğinde el koyması ve bunları açanlar hakkında hukuki işlem başlatılması.

29 Mayıs 1985 tarihinde Heysel Stadyumu’ndaki facia sonrası İngilizler Avrupa kupalarından 5 yıllık bir ihraç aldıklarında ülke tribünlerini aynen yukarıdaki gib bir balyoz operasyonu ile düzenleme yoluna gittiler. Ancak 25 yıl sonra ortaya çıkan, hangi tarafta olduğunu yüksek sesle bile dile getirme hakkı olmayan, maç boyu güvenlik görevlilerinin gözetiminde olan ve “ultra” denen tribün kültüründen tamamen koparılmış topluluklar oldu. Margaret Thatcher’ın, bugün hala ülkeye büyük zarar verdiği söylenen özelleştirme politikası, tribünlerde “anarşizm, idealist düşünce, sisteme aykırı fikirler” gibi kavramlardan çok “müşteri”yi istiyordu. İlginç olan Heysel faciası temelde 2 takım taraftarlarının birbiriyle kavgası sonucu ortaya çıkmamıştı bile. Heysel Stadyumu bu maç için oldukça çürük bir stadyumdu, Liverpool ve Juventus taraftarlarının bilet dağılımı tam bir skandaldı ve maç öncesinde oynanan gençler maçında tehlike sinyalleri alınmasına rağmen hiçbir önlem alınmamıştı. Ama bu maç yıllar boyu “holiganizm” karşıtı yasaların gerekçesi olarak kullanıldı. İngilizler stadyum restorasyonu ve biletler konusundaki ılımlı düzenlemeler yerine ağacı dibinden kestiler. Bugün Premier Lig’in en tecrübeli hocası Sir Alex Ferguson, tribünleri zaman zaman cenaze evine benzetiyor ve daha 40. dakika olduğunda sandviç almaya giden taraftarlardan şikayet ediyor ve evet halen İngiltere’de sahalar taraftar taarruzuna maruz kalıyor. (son örnek geçtiğimiz sezonki Millwall-West Ham maçı)

Yasanın pankart ve bayrakla ilgili olan maddeleri ise daha dikkat çekici. Örneğin kulüp başkanları, kendisini eleştiren pankartları, taraftarları düzensizliğe teşvik ettiği sebebiyle toplattırabilir. Ve hatta bu isimler kardeş maddeler sebebiyle “fişlenip” bir daha stadyuma girmeme ve ömür boyu men cezası alabilirler. Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım, yıllardır tribünlerde bir “müşteri” profili yaratmaya uğraşıyor, Adnan Polat yönetimi Aslantepe ile aynı yola girecek muhtemelen. Bu yasa onlara yardımcı olacaktır. Hele hele futbol maçları öncesinde, güvenlik güçlerinin tamamen keyfi olarak, taraftarların üzerinde yarattıkları terörün mağdur tarafını, ucunda ağırlaştırılmış hapis cezalarının olduğu bir keyfiyete bırakmak son derece sakıncalı sonuçlar doğurabilir.

Peki hal böyleyken taraftar gruplarında herhangi bir tepki var mı? Bu ülkede kanun koyucuların halkı ve protestoyu dikkate almadıkları uzun süredir kanıtlanmış bir durum ama tribünler belki de en kolay organize olabilecek topluluklar. Üstelik bu sefer menfaatleri de aynı.Tribündeki özgürlükleri kısıtlanıyor. İtalyanlar, bu yasaya benzer olan ve tribünlere sadece Berlusconi’nin istediği insanları sokacak olan 'Tessera Del Tifosi' uygulamasını hep beraber, ezeli rakip demeden sokağa dökülerek protesto ettiler. Almanlar da 2006 Dünya Kupası sonrası, aynen İngilizlerin yaptığı gibi stadyumlarda büyük restorasyona gittiler. Ancak onlar bunu yaparken taraftar alanlarını ve onların özgürlüklerini sınırlamadılar. Gerekli düzenlemeleri, dozunda ayarladılar. Kendi tecrübemizden de biliyoruz ki bu ülke tribünleri halen Avrupa’nın maç izleme zevkinin en yüksek olduğu yerlerin başında.

Tribün gruplarının çıkış noktası hiçbir fikir temeline oturmamış (Beşiktaş’ın anarşizm iddiasını çok samimi bulmuyoruz) koltuklara, o fikirlerin çıkmasını dahi engelleyecek bir yasa geliyor.