Google Play Store
App Store

Aletler; takılıp sökülebilen organlarımız; bedenin yapabilirliğini çoğaltan protezler. İnsansı denilen primat, bedenini protez organlarla donatmaya başlamasaydı biz Homo sapiens’ler var olamayacaktık. Fakat aletlerle kurduğumuz ilişki bir süre sonra alışkanlığa dönüşüyor, onları hiç düşünmeden, el yordamıyla kullanır hale geliyoruz. İhtiyacımız olduğu zaman bedenimize takamadığımızda kendimizi sakatlanmış hissediyoruz ve muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki kanda değil de aletlerde mevcut olduğunu anlıyoruz. Gözlük mesela, yokluğunda görme yetim azalıyor. Spinoza gözlük camlarını parlatırken, hayatı bir bütün olarak görebilmek ve düşünebilmek için “zihnin gözleri”ni de parlattı. “Spinoza “yaşayan-görenlerdendir” (Deleuze). Henry Miller’ın dediği gibi, “bir gün bu mercek mükemmel olacak ve o zaman hepimiz apaçık göreceğiz, dünyanın ne kadar şaşırtıcı, ne kadar olağanüstü, ne kadar güzel olduğunu göreceğiz...” Ama önce merceği fark etmek gerekiyor. Nesneleri de tıpkı organlarımız gibi ya arıza yaptıklarında ya da yokluklarında fark ediyoruz. O andan itibaren o nesne ya da organ bir düşünce nesnesi haline geliyor.

***

Aletlerin ya da nesnelerin farkına, ancak bağlamlarından koparılıp başka bir bağlama taşındıklarında varıyoruz. 21 Ağustos 1911’de Louvre Müzesi çalışanları Mona Lisa’nın yerinde olmadığını fark ettiler. Mona Lisa çalınmıştı. Henüz hangi bağlama yerleştirildiği bilinmese de yerinden edilen Mona Lisa’nın boşluğunu görmek isteyenler müzede uzun kuyruklar oluşturdular. Çalınmadan önce sadece seçkin bir sanat çevresi açısından değeri bilinen tablo, birden uluslararası bir ikona dönüşmüştü. Altı yıl sonra 1917’de Marcel Duchamp bir tesisat nesnesini, pisuvarı bağlamından koparıp bir sergiye taşıdığında bu sefer sıradan bir nesneyi bir düşünce nesnesi haline getirmişti. Duchamp’ı izleyen kavramsal sanatçılar hazır nesnelerle gerçekleştirdikleri enstalasyonlarında sıradan nesneleri duyumsamanın düzlemine taşıdılar. Kavramsal sanatçı Joseph Kosuth 1969’da yayınladığı “Felsefeden sonra Sanat” başlıklı makalesinde sanatı Duchamp öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayırıp günümüzde artık sanat yapılamayacağını, ancak sanat felsefesi yapmanın mümkün olabileceğini belirtiyordu. “Bir ve Üç Sandalye” (1965) yapıtında hazır nesne olarak sandalyeyi, fotoğrafik imgesini ve kavramını yan yana sergiledi. Bedenlerimiz de, sıradan nesnelerin arasına yerleştirilmiş enstalasyon nesneleri değil mi? Nesneleri, yani protez organları anlamadan bedenleri anlayamayız.

***

Ev içlerinin vazgeçilmez nesnesi ütüden başlayalım. Fişini prizden çekelim ve bir düşünce nesnesi haline getirelim. Giysileri ütülemekte kullanılır. Dokuları kıvrımlarından arındırmaya, düzleştirmeye yarar. Kıvrımlarından arındırılmış, pürüzsüz giysilerle örteriz bedenlerimizi. Oysa bedenler kıvrımlıdır ve kıvrımlarıyla birbirlerinden farklılaşmışlardır; bedenleri birleştiren yine kıvrımlarıdır. Doğa, kendi üzerine kıvrıldıkça bedenler üretir; yeryüzü, kıvrımlı, dalgalı bir yüzey. Kıvrımlar, belleğimiz. İçlerinde, mevcut şeyler düzenini değiştirecek kudretimiz birikir. İktidar ise ütücüdür. Ürünlerini ütüleyerek şekillendirir. Doğduğumuz andan itibaren kafamızı, beynimizin kıvrımlarını ütülemeye başlar ve yeryüzüne yayılarak estetik operasyonlarla doğanın kıvrımlarını da düzleştirir. Kıvrımsız, belleksiz ve kudretsiz bedenleri, parlak yüzeyli mekânlara yerleştirdiğinde iktidarını sürdürebileceğini bilir çünkü. Ütü, bedenlerimize takılı iktidar aygıtı. İktidar evde başlar ve evden yeryüzüne yayılır. Ve kıvrımlı bir yüzey ya da kıvrımlarla farklılaşmış bir birey gördüğümüzde kafasını ütüleyerek şekil vermeye çalışırız.

“Dünya nesnelerle dolu, ben dünyaya yeni nesneler eklemek istemiyorum” diyordu, kavramsal sanatçı Douglas Huebler, haklıydı; nesneler aşırı çoğaldı, hayatımızı ele geçirdiler. Ne olup bittiğini anlayamadan yeni nesneler giriyor hayatımıza ve bedenlerimiz nesnelerin organlarına dönüşüyor. Bedenlerimiz; iktidarın nesneler düzenine gömülü, takılıp sökülebilen protezler. Sadece nesneleri değil, nesneleşen bedenimizi de bağlamın dışına, açık havaya, sokaklara çıkarmak lazım. Fişlerimizi çekelim prizden ve açık havada kıvrımlarımızdaki kudreti keşfedelim!