Burjuvanın üzerimize Terminatörleri salmaya başlamasının iyi bir tarafı da var; en azından onları havaya uçurduğumuzda vicdanımız rahat olacak.

Teknoloji ve robotlarla savaş

Robotlar dünyayı ele geçirebilir mi? Bilmiyoruz. Fakat kapitalist tarihsel formasyonda artı-değer üretiminin eninde sonunda canlı emeğe muhtaç olduğunu biliyoruz. Sermaye birikiminin eşitsiz bir ilişkiyi tarihsel olarak zorunlu kıldığını biliyoruz. Teknolojik evrimin seyrinin asla ekonomi-politik değişkenlerden bağışık olmadığını biliyoruz. Ve dolayısıyla yapay zekâlarla donanmış kendiliğinden işleyen bir üretim tarzı bir vakit ortaya çıkıp da canlı emeği gereksiz kılsa dahi bunun proletaryanın özgürlüğünü garanti altına almayacağını biliyoruz. Yine toplumsal sınıfları ortadan kaldırmak konusunda işin başa düştüğünü biliyoruz. Öyleyse robotlar dünyayı ele geçirebilir mi? Umurumuzda değil! Çünkü gelecek şimdidir.

Şu ana kadar yaratılan teknik imkânların “gelecekte” var olacak olan ve uçan arabalar, robotlar gibi hülyalarla süslenen kemale ermiş bir teknolojik düzenin taslağı olageldiği fikri çağımızın tinine itinayla nakışlandı. Ve biz buhar makinesinin kullanımından ışınlanmanın icadına kadar geçecek olan bir tarihsel periyodun evlatları olduğumuz idealizmine kapıldığımız andan itibaren, teknik aygıtların teşekkülü kendinden menkul varlıklar olduğunu sanmaya başladık. Çünkü üzerine “gelecek” battaniyesini örtünen bu metafiziğin bilimsel rasyonalitesi ideolojik olarak gayet ikna ediciydi. Teknolojiden kuşkulanmak bir tür yobazlıktı ve tekniğin evriminin her bir aşaması neredeyse hep “özlenir” oldu. Bu yüzden yaşadığımız dünyada teknolojinin yarattığı mahsuller, artık insanların nasıl gerçekleştiğine şaşırdıkları ve zor alıştıkları şeyler değil, nicedir hasretle bekledikleri ve sonunda kavuştukları şeyler halini aldı. İnsanlar zaten çoktan zihnen alıştırıldıkları yahut özendirildikleri teknolojileri tüketmeye başladılar. “Nihayet çıktı.”
Fakat genellikle tüketim pratiğinde görülen bu “ethos”, kuşkusuz “teknik tahakküm” mefhumunu karşılayabilecek tüm değişkenleri içermiyor. Aslında hayatın makineler tarafından istila edildiğine yönelik kaygılar ilk olarak üretimin örgütlenmesinde, en başta proletarya tarafından hissedildi. “Makine bir sanayiyi yavaş yavaş ele geçirdiği zaman” diye yazmıştı Marx, “kendisi ile rekabet eden işçiler arasında müzmin bir sefalet yaratır”. Nitekim 19. yüzyılın emekçileri işlerine, aşlarına ve zanaat yetilerine göz diken makineleri bu nedenle parçalamaya yeltendiler. Bu süreç hızla işçinin makinenin bir uzantısı haline gelişine, Şarlo’nun vida sıkma obsesyonunda izlediğimiz ontolojik drama doğru evirildi. Nihayet emek denetiminin teknolojik mekanizmalarının gün aşırı artışıyla devam etti.
Tüm bunların toplumsal ilişkiler bütünündeki tezahürü ise elbette ki makinelerin yahut teknolojik unsurların “öncü özneler” olarak konumlandığı bir tür reform hareketi ile filan gerçekleşmedi. Makineler kendi kendilerine “daha ucuza çalışırız” diye fabrika kapılarında iş aramadı, kameralar ve takip cihazları kendilerini asayişe adayan gönüllüler değildi, bilişim teknolojileri yabancılaşmayı artırmak için insanlığa musallat olmuş bir hastalık gibi kendiliğinden yayılmadı. Teknik tahakkümün ortaya çıkışında teknik-dışı nedenler belki de çok daha tesirliydi. Ya da Marcuse’un deyişiyle daha en başından “endüstrileşmenin tekniği siyasal teknikti”.
Marcuse, “teknolojik varlığı en mükemmele ulaştırma eğilimi ile bu eğilimi yerleşmiş kurumlar çerçevesi içinde sınırlama çabasının” aynı anda vuku bulduğuna dikkat çeker. Burjuva toplum için teknik evrimin sınırı, içerebildiği bütün üretken güçleri geliştirmiş ama nedense yıkılmamış bir kapitalizmdir.
Maalesef çağımızın “kültür ufkunda” tekniğin olanaklarına dair güzellemeler çoğunlukla teknolojik nesnelerin kendisinde içerilidir. Bu yüzden teknolojiye ilişkin kanaatlerimiz bütüncül olmaktan ziyade kişisel deneyimlerimiz tarafından şekillenir. Bize naçizane bir çamaşır makinesi bahşeden dünya, Birleşik Devletler Ordusu’na kızıl ötesi teçhizatla donatılmış silahlar, uydu destekli takip sistemleri, insansız hava araçları filan tedarik etse de; teknik olanakların hayatı ne kadar da kolaylaştırdığı fikri yekûn teknolojik dehşetin olumlayıcısı haline gelir.
Peki bugün Türkiye’de biz fakirlerin teknikle ilişkilenme hali ne ölçüde olumlanabilir? Genetiğiyle oynanmış tohumların vahameti, her sabah selamlaştığımız barkotlu personel kontrol sistemleri, aşklarımızı dahi kayıt altına alan elektronik posta hesapları, cep telefonları, çipli kimlikler, artık kan dolaşımımıza kadar sirayet etmiş bir finansal sistemin serum lastiği olan kredi kartları… Tekno-ekonomik dinciliğin son göstergesi; “Yeni Türkiye” denen garabete ilişkin simülasyonlarla süslü “çılgın” ideolojik vaatler. Ha bir de elinin uzanamadığı yere hologramını gönderen bir tiran…
“Mucizenin hangi sınıfa nasip olduğu ve o sınıfın durumu hesaba katılmazsa, büyük teknik ilerlemelere yapılan tezahürat beyhudedir,” diye yazmıştı Ernst Bloch. Sanırım tekniğin üzerimizde kurduğu tahakkümle içerisine düştüğümüz ontolojik dram kadar, teknik yoluyla üzerimizde kurulan sınıfsal tahakkümü de dert edinmek anlamlıdır.
Teknik tahakkümün bu bütüncül karakteristiği gözden kaçırıldığı ölçüde teknik aygıtlar teşekkülü kendinden menkul varlıklar olarak kavranıldığından; polis’in elindeki silahın bir hengâmenin arasında “yanlışlıkla” patladığı gibi izahlar deyim yerindeyse “makul” hale gelir. Roboski’de olduğu gibi insanlar uçak radarlarında “hedef” olarak görünürken amaçlı ve çıkar gözeten cinayetler en iyi ihtimalle “ihmal” olarak tanımlanır. Üretimi arttıran ama iş güvenliğini göz ardı eden teknik donanımlar can almakta iken “iş kazası” diye bir olgudan bahsedilir. Operasyonlarda aksayan tankları cezalandırıp çürümeye bırakan askeri mantık burada da işlemeye devam eder gibidir. Sanki makineler kendi kendilerine dehşet saçıyor gibi görünürken, tüm teknik vahşetin sorumlusu “katil burjuvalar” gönül rahatlığıyla hayatlarına devam ederler.
Tüm bunlara karşın tekniğin olanaklarının çeşitli direnme hallerinde muhalif siperlerde de yer bulduğu elbette ki inkâr edilemez. Örgütlenme çabalarında internet teknolojisini yoğun olarak kullanılmamız, sanatsal-entelektüel anlamda eleştirel muhteva oluşturabilmek için tekniğin imkânlarından faydalanmamız ve hatta RedHack gibi siber gerillaların yanımızda olması… Ancak tüm bunlar yekûn teknolojik imkân üzerinde herhangi bir tasarruf sahibi olabileceğimiz anlamına gelmiyor. MOBESE kameraları, elektrikli TOMA’lar, dinleme cihazları, kimyevi alaşımların öldürmeyen ama süründüren dehşeti, beşe bölünüp ufalanan gaz kapsülleri, helikopterler… Şu günlerde tüm bunlara oktokopter adı verilen insansız bir hava aracının daha eklenmesi tartışılıyor. (Acaba “yanlışlıkla” kaçımızı daha öldürecek?)
Eninde sonunda baştan aşağı makinelerle donatılmış bir tiranlığa karşı, basit teknik aygıtlarla ve inancımızla savaşıyoruz. Sırf Haziran 13’ten bu yana sokağın üzerindeki tahakkümün teknik unsurlarındaki artışın dehşetengiz hızı bunun göstergesidir. Yine de burjuvanın üzerimize Terminatörleri salmaya başlamasının iyi bir tarafı da var; en azından onları havaya uçurduğumuzda vicdanımız rahat olacak.


* Ar.Gör. Ankara Üniversitesi, Sosyoloji