30 Kasım günü Ankara Dışkapı’daki Adliye binasının önünde basın açıklamasını dinlerken belki de çoğumuz TTB Yönetim Kurulu’nun görevden alınacağını beklemiyorduk. İki yüz kişi değildik hekimler olarak. Basın açıklamasına destek için gelen siyasi parti ve meslek örgütü temsilcileri kısa destek konuşmalarını oldukça sakin, “rutin” cümlelerle yaptılar. Konuşma aralarında atılan sloganlar da “rutin” bir tondaydı. Öyle ki, binaya giriş sürecinde insanlar merhabalaşırlarken davadan çok gündelik hayat ve yaklaşan yerel seçimler hakkında konuşuyorlardı. Meclise yeni giren hekim milletvekilleri de tebrikleri kabul ediyordu…

Basın açıklamasına gelen hemen herkesle bir yüz aşinalığımız vardı. O kadar mı kalmıştık biz, yoksa mahkemenin böylesine haksız bir karar vereceğini beklemediğinden mi gelmemişti hekimler?

Belki de asıl önemli soru(nu)muz bu olmalı?

TTB 1953 yılında yasa ile kurulmuş hekim meslek örgütü. 1960’lı yıllardan başlayarak TTB ülkede yükselen özgürlük, emek dayanışması, kamuculuk, toplum sağlığı alanlarında hep öncü meslek örgütlerinden biri oldu. Bu yanıyla da 1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak gelen her sağcı, iktidarın hedefindeydi. 12 Eylül faşizmine giden dönemde, 23 Mayıs 1980’de Merkez Konsey Üyesi Sevinç Özgüner katledildi. 12 Eylül Darbesi’nde 130 gün kapalı kaldı, yöneticileri gözaltına alındı, tutuklandı. 12 Eylül faşizmi altında bile toplum sağlığından, kamuculuktan, özgürlükten ve eşitlik mücadelesinden ödün vermedi. 1985 yılında idam cezasına karşı açıklama yaptığı için Merkez Konsey üyeleri görevden alınmaya çalışıldı. 1994 yılında hükümetin hekimleri seçim yatırımı olarak kullanmasına karşı çıktığı için davalık oldu. 2000 yılında açlık grevlerinde insan hak ve sağlığının korunması için yaptığı basın açıklaması ile de Merkez Konseyi görevden alınmak istendi. Gezi İsyanı’nda sağlık hizmeti verdiği için hakkında dava açıldı. 2016 yılında “savaş bir halk sağlığı sorunudur” açıklaması nedeniyle 11 MK üyesi ters kelepçeyle gözaltına alındı.

Demem o ki, TTB 1960’lı yıllardan bu yana meslektaşlarının özlük haklarını korurken, toplum sağlığını geliştirerek, yurttaşların nitelikli sağlık hizmeti almasını sağlamak için mücadele ediyor. Hiçbir sağ iktidar TTB’yi sevmedi, işbirliği yapmadı ve yasa ile belirlenmiş yetkilerini kırpmak için çabalamaktan geri kalmadı. Tüm bu baskılara rağmen, en az 60 yıldır TTB hekimlerin aynı ilkeleri kabul eden meslektaşlarını her defasında yönetime getirdikleri bir meslek örgütü oldu.

Türkiye’de mahkemelerin politik davalarda hukuku askıya almaları yeni bir durum değil. 2013 yılından bu yana yargının politikleşmesini daha da somut olarak yaşıyoruz. Yargının sadece iktidarın talimatıyla davranmasının ötesinde bir rüşvet sistemine göre işlediğini görevdeki yargı mensupları bile iddia ediyor. 30 Kasım TTB duruşmasında, 12 Eylül hukukunun bile vermediği bir kararla karşı karşıyayız.

SORUN HAVADA KALIYOR

Bu yazıyı haksız, hukuksuz karara itiraz, meslektaşlarımız göreve dönecek, mücadele sürecek diyerek “rutin” bir şekilde bitirmek de mümkün. Destek açıklamasını yapmış, tarafımı belli etmiş, içim rahat bir şekilde görevimi tamamlamış hissedebilirim. Soru(n) havada kalmış olur.

İktidarın haksız ve hukuksuz uygulamalarını iliklerimize kadar yaşıyoruz. Böyle olmasının bir şeyin gözden kaçmasına neden olduğuyla yüzleşmemiz gerekiyor. İktidarın haksız ve hukuksuz olması; uyguladığımız her politika, söylediğimiz her sözün doğru ya da yanlış olup olmadığını sorgulamamamıza neden oluyor olabilir.

Meslek örgütleri ve sendikalar neden giderek güçsüzleşiyor ve üyeleri haklarını savunan kurumlardan niye uzaklaşıyor? Çünkü neoliberal ekonomi politikalarını yürüten sağcı iktidarların hedef aldıkları örgütlü toplum! Bu abece düzeyindeki saptama yeterli mi? Meslek örgütleri, sendikalar ve yöneticilerinin “eli armut mu topluyor?” ki, bu saptamayı yapıp kenara çekilelim? 2008’e kadar üye sayısı 180 bin olan Eğitim-Sen’in son 15 yılda üye sayısı neden 80 binlere geriledi? Üstelik de atanamayan öğretmenlerin intiharları devam ederken. İki binli yılların görkemli KESK mitinglerine gelenler nereye gittiler? Sağcıların en sağcısı bir yönetim altında işçi ve emekçilerin hayat koşulları her geçen gün bırakın açlığı ölüm sınırına gerilerken nasıl oluyor da sol/ muhalif meslek örgütleri ve sendikalar küçülüyor? Bunu, sadece insanların “bireycileşmeleri” ya da “korkularıyla” açıklamak yeterli olur mu?

Yoksa Türkiye’de sol muhalefetin kitleselleşmesi önünde başka bir engel daha mı var? Eğitim-Sen, KESK, TTB; sırada TMMOB mu var?

Belki de biz haklıyızdır; arkadaşlar bu seçeneği de artık düşünseler mi acaba?