16 Nisan halkoylamasında insanlara ne soruluyor? Yanıtı ‘evet’ ya da ‘hayır’ olmak zorunda olan sorular, muhatabını tarafını bildirmeye, yargıda bulunmaya çağırır. Oy kullanmamak, geçersiz oy vermek, kendimi başkalarının yargısına teslim edeceğim anlamına gelir.

İnsanlara, nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediği sorulmuyor. Değişim nasıl olsun ve kim yapsın diye soruluyor. RTEakp-mhp ittifakı, “sistemi değiştirmemi kabul ediyor musun” diye soruyor. Bu ittifak dışındaki bin bir çeşit farklılığın sorusu ise “Erdoğan’ın rejimi değiştirmek istemesini onaylıyor musun?”

Sorunun iki tarafı da değişimin kaçınılmazlığını vurguluyorlar. Sandığa gidenler kaçınılmaz olarak gördükleri değişimi, Erdoğan’ın yapıp yapmamasına karar vereceklerini hissederek oy kullanacaklar. Bu kararın bilinçli olarak farkında olup olmamalarının önemi yok.

‘Evet’e çağıran ittifakın adı neden RTEakp-mhp? İnsan ismini eylemleriyle alırmış ya, o yüzden. Hani Dede Korkut masallarında boğayı boğana Boğaç, hırsıza tilki denmesi gibi. Erdoğan da, eylemleriyle önce AKP’yi sonra da MHP’nin en azından yönetimini kendine katarak RTEakp-mhp adını söke söke aldı. RTE’nin etrafında kümelenenler, kendi yetkilerini ve kaderlerini O’na teslim etmiş durumdalar. Bunu ne kadar gönüllüce, ne kadar zorla, korkuyla yaptıkları belirsiz. Ama önemli değil.

Soruyu sorup, ‘evet’e çağıran o. “Kaderini bana teslim etmeye hazır mısın” sorusunu bir grup değil, kişi sorabileceği için böyle. Onun sorusuna “hayır” denmesini isteyenler ise sınırları belirsiz bir çokluk.

Demem o ki, halkoylamasında Erdoğan’a değişim için bu gücün verilip verilmeyeceği sorulacak. “Ya bu güç başkasının eline geçerse” tereddütleri de sorunun böyle anlaşıldığını kanıtlıyor. İlerde ya “kendisini gizleyen bir PKK’li” başkan olursa diye endişelenenlere tanık olmuşsunuzdur.

RTE ve avanesi ne kadar “rejim değil, sistemi değiştiriyoruz” falan deseler de, ‘evet’ oyu çığırtkanlığı yapanlar dahil herkes, Erdoğan’a neredeyse kadiri mutlaklık verilip verilmemesinin sorulduğunu biliyor. “Hadisler bile evet diyor” cinliği boşuna değil yani.

İzmir Marşı’nın dalga dalga yayılması da, sorunun böyle anlaşıldığının tanıtı. Erdoğan’ın sorusuna CHP’de somutlaşan ‘hayır’; “Atatürk’te bile böyle bir yetki yoktu, o da istemedi, Meclis de vermedi” itirazı.

Öyle ya da böyle, bilinçli ya da bilinçsizce Atatürkçüler, Atatürk’ü sevenler, ona karşı olan, ondan nefret edenler dahil hemen toplumun çoğunluğu halkoylamasında “Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’ün koltuğuna talip olduğunu” hissediyor.

Devletin yönetilemez hale gelmesi yüzünden otoriterliğe yönelmekten başka çaresi kalmamış olsun. İktidarı kaybederse yargılanacağından korktuğu için gücünü tahkim etmek zorunda hissetsin. Gitgide iflasa sürüklenen ekonominin sürüklediği çaresizlikle yapılan hamle olsun. İç dinamikler, dış dinamikler, Ortadoğu’da hızla gelen bozgun; bu değişkenlerin tümü otoriter, tek adam faşizminin olmazsa olmazı elbet.

İçinde yaşadığımız koşullar, kişisel tarihimizle birleşerek nasıl düşüneceğimizi ve nasıl karar vereceğimizi belirliyor. Soruya yanıt verirken zihinler bu temel dinamiklerce belirlense de sanki semboller belirleyiciymiş gibi görünür. Semboller de aynı tarihsel sürecin ürünü.

Bütün ömrünü, her sağcı politikacı gibi Atatürk hasedi ile geçirmiş birinin, zorda kalınca ömrü boyunca saldırgan bellediğinin gücüne öykünmesi trajik olsa da anlaşılabilir. Ama haset ettiğimize benzemeye çalışma çabası, kaçınılmaz olarak onun karşısında hep eksik olduğumuz bilgisini de taşır. Hasedimizin kaynağı bu eksiklik ve güçsüzlüktür zaten. Böylece haset ettiğimizi ya da onun sembollerini yıkarak, kendi zayıflığımızdan kurtulmayı arzularız. Eksikliğimizden duyduğumuz kendimize yönelik öfkemizi tahrip ederek boşaltabileceğimizi sanırız. Kendi gücüne güvenemeyenler haset duygusunu inkâr ederler ve yerine onun karşıtı olarak gördükleriyle özdeşleştiklerini sanrılarlar. Yani boşuna değil Abdülhamit güzellemeleri.

Mustafa Kemal’e, Atatürk denmesi, insanın ismini kendi eylemleriyle almasının bir başka örneği. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, saygı duyalım ya da duymayalım, önemini nesnel olarak teslim edelim ya da etmeyelim, bu böyle.

Erdoğan da değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ettirdiği topluma, Atatürk’te bile olmayan yetkileri kendisine verip vermeyeceğini sormuş oldu. Bilerek ya da bilmeyerek de olsa soru bu hale geldi. En azından toplum kendisine bu sorunun sorulduğunu anladı.

Sorunun yanıtı, toplumun bir daha Atatürk istemesine gerek olmayacak denli demokratikleşip demokratikleşmediğini de gösterecek. Bakalım, Mustafa Kemal’in ülküsü ne kadar gerçekleşmiş?

Adorno bize sesleniyor: Toplumsal kader ile bireysel kader iç içedir.