Google Play Store
App Store

90’lı yıllarda Türkiye kökenli göçmenler, artık bir ‘göç ülkesi’ olduğu resmen de kabul edilmiş olan Almanya’da her alanda kalıcılaşmaya başladı. 2019’da Doğu Almanya’nın Halle kentinde, 2020 başında da Hanau’daki terör saldırıları Almanya’daki yabancı düşmanlığının derinliğini gösterdi.

Teröre rağmen göç sürüyor

Almanya’nın son 30 yılına giderek artan sağ terör damgasını bastı. 1990’dan sonra sağcı terörün canına kıydığı 200’e yakın insanın dörtte birini Türkiye kökenli göçmenler oluşturuyor. Ama tarih aynı zamanda bu süreçte göçmenlerin Türkiye’ye dönme hayallerinden vazgeçip, artık bir “göç ülkesi” olduğunu kabul eden Almanya’daki kalıcılaştığına tanık oldu.

80’li yıllarda Almanya artık yirmi yıl önce davet edilen göçmen işçilerin istenmediği bir ülke haline gelmeye başladı.

Hamburg’da yaşayan genç şair Semra Ertan, artan yabancı düşmanlığını protesto için 1982’de kendisini yakarak intihar etti.


Gazeteci Günter Wallraff’ın 1985’te yayınlanan kitabı “En Alttakiler”, toplumun tüm kesimlerindeki ırkçılık ve ayrımcılığın ön çarpıcı kanıtlarından biri oldu. Wallraff’ın bir Türk kimliğiyle yaşadıklarını anlattığı ve satış rekorları kıran kitap Almanya’daki ırkçılık, ayrımcılık ve Türk düşmanlığını sergiliyordu. Bu arada yabancı düşmanı saldırılar can almaya başlamıştı.

Hamburg’da önce Mehmet Kaymakçı, bundan birkaç ay sonra da Ramazan Avcı adındaki genç işçiler sokak ortasında uğradıkları saldırıların sonunda yaşamlarını yitirdiler. (1985)

1989’dan itibaren sosyalist sistem dağılıyordu. Doğu Almanya’nın çöküp, Federal Almanya’ya bağlanmasıyla yepyeni bir dönem başladı. Kapitalist sisteme entegrasyon sürecinde Doğu’daki ekonomik alt yapı neredeyse sıfırlandı ve bir anda yüzbinlerce kişi işsizler ordusuna katıldı. Sağcılar da bu kriz ortamını değerlendirdi, yabancılar sorunların nedeni olarak gösterildi. İrili ufaklı sağ partiler ve örgütler “yabancılar dışarı” sloganlarıyla kitleselleşmeye başladı. Yabancı düşmanlığı yaygınlaştı. Sığınmacıların kaldığı yurtlara, halkın destek verdiği, polisin sessiz kaldığı saldırılar, şiddetin katliamlara yöneldiğinin işaretleriydi.

Ardından şiddet Türkiye kökenli göçmenleri vurduğunda öyle de oldu. Hamburg yakınlarındaki Möln ve Köln yakınlarındaki Solingen’de Türk göçmenlerin evleri kundaklandı (1992 ve 93), iki aileden beşi çocuk, sekiz kişi yaşamını yitirdi, çok sayıda aile üyesi, bazıları çok ağır olmak üzere yaralandı. Saldırganlar kısa sürede yakalandı, cezalandırıldılar, ancak yaşlarının küçük olması ve “iyi hal” gibi gerekçelerle ceza indirimlerinden yararlandılar.

Bu saldırılara rağmen Türkiye kökenli göçmenlerin Almanya’daki kalıcılaşma süreci devam etti. Göçmenler birikimlerini artık Almanya’da değerlendirmeye başladı. İşyerleri kurarak patronlaşmaya yönelenler oldu.

1998’de iktidara gelen sosyal demokrat – yeşiller koalisyonunun göçmenlere çifte vatandaşlık hakkı tanıyan vatandaşlık reformu özellikle Türkiye kökenlilerin entegrasyonu açısından çok önemliydi. Ancak merkez sağın öncelikle Türkleri hedef olan imza kampanyalarının kısa zamanda tüm Almanya’ya yayılmasının ardından çifte vatandaşlık hakkı iptal edilerek reformda tadilata gidildi. Bu arada Almanya’nın “göç ülkesi” olduğu devlet tarafından resmen kabul edildi.

ÇOK KİMLİKLİ YURTTAŞLIK

Türkiye kökenli göçmenlere artık “misafir işçi” denmiyordu. Buna karşın Türkiye’deki kullanılan “gurbetçi” ve “Almancı” kavramları halen yaşıyor. Bunlar artık dört kuşaktır Almanya’da yaşayan ve orada kalıcılaşan insanların günün birinde Türkiye’ye döneceği ya da orada ortak paydası Türkiyelilik olan homojen bir topluluk olarak kalacağı beklentisine tekabül ediyor. Ama toplumsal gelişim bunun mümkün bir karşılığı olmadığını gösteriyor. Ama yine de Türkiye kökenli göçmenlerin Türkiye’yle halen var olan güçlü bağları, dini farklılıklar, bunların ötesinde küreselleşme sürecinin yarattığı değerler ve başka nedenler geçmişteki diğer “göç ülkeleri”ndeki kendiliğinden asimilasyon süreçlerinin Almanya’da işlemeyeceğini, devletin yabancılara yönelik politikalarını bu doğrultuda beklentilerle belirlemesi halinde büyük gerilimlerin yaşanacağını gösteriyor. Tüm işaretler, Türkiye’den Almanya’ya göçle ilgili sosyolojik araştırmaların öncüsü Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’ın öngördüğü gibi Türkiye kökenli göçmenlerin çifte vatandaşlık statüsünün de ötesinde “ikili”, “üçlü” ve “çoklu” kimlikli bir yurttaşlığın esas olduğu bir geleceğe doğru yöneldiğini gösteriyor. Göçün başladığı 60’lı yılların başından bu yana Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerle ilgili araştırmaları yöneten, çalıştığı üniversitelerde bu konuları araştıran akademisyenlerin yetişmesinin önünü açan Prof. Abadan Unat’ın baş eseri “Bitmeyen Göç”, bu konudaki araştırmalar için halen önemli bir yol gösterici. Kısa bir süre önce 100 yaşına giren “hocaların hocası”nın vurguladığı hiç bitmeyecek göç süreci, Almanya’daki varlığı 60 yılı aşmaya başlayan Türkiye kökenli göçmenleri – ve bu tabii ki tüm göçmenler için geçerli – çok kimlikli yeni tip insanlara dönüştürüyor. Toplumsal sistem de buna tekabül eden sürekli bir kültürel dönüşüm yaşıyor. Kamu yöneticilerinin “kültürler arası diyalog” arayışlarının ardında elbette öncelikle “toplumsal barışı sağlama” hedefi var, ancak bu aynı zamanda bu dönüşümün günlük yaşama yansıyan sonuçlarından bir gerekliliği. Örneğin geçenlerde Köln Büyükşehir Belediyesi, kentteki DİTİB’e (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) bağlı Merkez Camii’de cuma ezalarının dışarıdan okunmasına izin verdi. Aslında DİTİB’e Türkiye’deki Diyanet İşleri’ne bağlı olması nedeniyle özellikle son dönemler kuşkuyla bakılıyor, birçok sosyal ve dini projedeki ortaklıkları birer birer iptal ediliyordu. Bu dönemde Belediye Başkanı’nın “din özgürlüğü” ve “Müslümanlara saygı” gerekçesiyle ezan kararını savunması belki de bitmeyen göçün yarattığı kültürel, siyasal ve toplumsal değerlerin ipuçlarını taşıyor olabilir.

DÖNÜŞÜM SÜRECİ

90’lı yıllarda Türkiye kökenli göçmenler, Almanya’da her alanda kalıcılaşmaya başladılar.

Kurdukları, geliştirdikleri irili ufaklı binlerce işyeriyle Türkiye kökenli göçmenler arasında Almanlara da işveren veren patronlar çıktı. Bu konularda kesin rakamlar yok elbette ancak onların şirketlerinde 350-400 bin kişinin çalıştığı, 35-40 milyar avroyu bulan yıllık cirolarının olduğu tahmin ediliyor.

Göçmen kökenli sanatçılar, bilim insanları, sporcular, politikacıların kendi alanlarındaki başarıları çoğunluk toplumun da dikkatini çekmeye başladı. Bir yandan yabancı düşmanlığı yaygınlaşırken, diğer yandan da toplumun önemli bir kesimi “çok kültürlülük”ün toplumsal yaşamı zenginleştirecek boyutlarını kabulleniyordu. Bu süreç 2000’li yıllarda da devam etti.

Türkiye kökenli göçmenler 60’lı yıllardan bu yana sendikal mücadele içinde giderek daha aktif bir biçimde yer almışlardı. Zamanla sendikal örgütlenmede de öne çıkmaya başladılar. Örneğin Almanya’nın en büyük sendikası IG Metall’in üyelerinin yüzde 26’sından fazlası göçmen kökenli işçilerden oluşuyor. Bunlar arasında Türkiye kökenli göçmenler, yüzde 17’yle en büyük grubu oluşturuyor.

Birçok göç ülkesinde gözlenen “gettolaşma" Almanya için geçerli değil. Ancak yine de araştırmacıların “paralel toplum” olarak tanımladığı sosyal süreçler de yaşanıyor.

Örneğin siyasetle ilgilenen çoğunluk Alman partilerine girip, çalışırken. Buna paralel olarak Türkiye kökenli göçmenlerin kurduğu çok sayıda siyasi örgüt, sivil toplum kuruluşunun çalışmaları Almanya değil, Türkiye’de siyasal değişimleri hedefliyor. 80’li, 90’lı yıllarda büyük bir kitleselliğe ulaşan bu örgütler giderek güç kaybediyor, ancak halen etkinler. Türkiye’deki ana akımlarına Almanya’dan destek vererek çalışmalarını sürdürüyorlar.

VE YİNE FAŞİST TERÖR

10 yıl önce bugünlerde Türkiye’den göçün 50’nci yıldönümü de Almanya’nın gündemindeydi. Göçle ilgili birçok etkinlik düzenleniyor, buralarda genellikle göç ve göçmenlerin ülkeye katkısı onore ediliyor, olumlu, başarılı örnekler öne çıkarılıyordu. İyimser bir atmosfer hakimdi…

Bu fazla sürmedi, 2011’in kasım ayı başında bu ülkedeki göçmenlere yönelik düşmanlığın görünenden çok daha derin olduğu ortaya çıktı. Daha önce çok az kişinin tahmin ettiği gibi 2000-2006 yılları arasında, sekizi Türkiye, biri Yunanistan kökenli dokuz göçmen küçük işletme sahibi ya da çalışanının üç kişilik bir neo-nazi terör örgütü tarafından öldürüldüğü açıklandı. Almanya’nın dört bir köşesinde işlenen bu cinayetlerin hepsinde aynı silahın kullanıldığının bilinmesine rağmen, polis ve istihbarat ısrarla bu saldırıların ardında yabancı düşmanlığının olabileceğine dair uyarıları dikkate almadı. NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) adı verilen örgüt, başarısız bir banka soygunu sırasında ortaya çıkmasaydı belki de bu saldırılar devam edecekti.

Çok sayıda banka soygunu ve başta Köln’de, Türk işyerlerinin yoğun olduğu Keupstr’ye 2014 yılında gerçekleştirilen, çok sayıda insanın ağır yaralandığı “çivili bomba saldırısı” da dâhil olmak başka eylemler de gerçekleştirdiği, son olarak da silahlarına el koymak için bir polis öldürüp, diğerini yaraladıkları da açıklandı.

DEVLETE GÜVEN SARSILDI

Polisin ve istihbaratın bu örgütle ilgili soruşturmalar sırasındaki beceriksizliği, başarısızlığı, isteksizliği ya da örgütle bağlantısına ilişkin kuşkular, neden cinayet sırasında olay yerinde olduğunu açıklayamayan istihbarat ajanıyla ilgili tartışmalar, açılan dava sürecindeki skandallar, soruşturma dosyalarının uzun yıllar kilit altına alınması kararına karşı protestolar Almanya’nın son on yılına damgasını vurdu. Davayla ilgili belgelerin istihbarat örgütü tarafından imha edilmesi, çok sayıda tanığın birbiri ardından kuşkulu biçimde ölmesi, öldürülenlerin ailelerinin ve avukatlarının ortaya çıkardığı yeni delil ve ipuçlarının dikkate alınmaması, göçmenlerin devlete güvenini tamamen sarstı.

2013-18 arasında sonuçlandırılan NSU davasında örgüt üyesi sanık en ağır cezayı alırken, örgüte yardım edenler hafif cezalarla kurtuldular. Mahkeme örgütün üç kişiden oluşmadığı, halen de aktif üyelerinin var olduğuna dair kuşkuları ciddiye almadı.

BİREYSEL TERÖRİSTLER!

2019’da Doğu Almanya’daki Halle kentinde, 2020 başında da Hanau’daki terör saldırıları yabancı düşmanlığının derinliğini gösterdi. Aslında bunlardan birkaç ay önce Kassel’da gerçekleştirilen ve Federal Almanya tarihinde ilk kez bir politikacının sağ teröre hedef olduğu suikast da bu kapsamda bir eylemdi. Muhtemelen örgütsel bağ içinde bulunmamaya özen gösteren, ama internet ortamındaki paylaşımlarıyla kendilerini çok güçlü bir yapının parçası kabul eden “bireysel terörist”ler (yani “yalnız kurt”lar) uzun yıllar önce, nasyonal sosyalist faşistler tarafından belirlenen bir strateji doğrultusunda hareket ediyor.

Her üç eylemdeki saldırganlar da bireysel hareket etmişlerdi. Halle’deki teröristin ilk hedefi bir dini bayram için Sinagog’da toplanan Yahudilere saldırmak, bir kitle katliamı gerçekleştirmekti. Sinagogun kapısını açamadığı için bunu yapamayınca, ikinci hedefine, kent merkezindeki bir döner büfesiyle sembolleştirdiği Türklere ya da Müslümanlara yöneldi. Yolunun üstüne çıkan bir kadını, büfede yemek yiyen bir genç işçiyi öldürdü, birkaç kişiyi yaraladı. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığı mahkemedeki savunmasında hedeflerini savunmaya devam etti, sadece öldürdüğü insanların yabancı filan değil, Alman çıkmasından dolayı üzgün olduğunu söyledi.

Hanau’da da bir “yalnız kurt” çok daha ağır bir katliam gerçekleştirdi. Kısa bir süre içinde kent içindeki iki kafede göçmen kökenli 9 genç insanı – bunlardan dördü uzun yıllardır burada yaşayan Türkiye kökenli göçmen ailelerin çocuklarıydı- kurşuna dizerek öldürdü. Sonunda ağır hasta annesini ve yakalanmamak için de kendisini öldürdüğü söylenen teröristle ilgili soruşturmalar, güvenlik güçleri ve adalet mekanizması tam olarak işleseydi, bütün bunların zamanında önlenebileceğine işaret ediyor.

Türkiye’den göçün 50’nci ve 60’ncı yılları arasındaki Almanya’da başka şeyler de oldu elbette. Onlar da yarın...

***

terore-ragmen-goc-suruyor-938334-1.
Avukat Seda Başay Yıldız ve babası Orhan Başay

Tüm tehditlere ve baskılara rağmen korkmuyoruz!

Kamuoyu Avukat Seda Başay Yıldız’ın adını “NSU 2.0” imzasıyla, kendisine ve Almanya’da aşırı sağla mücadele eden, çoğu kadın başka insanlara gönderilen tehdit mektuplarıyla ilgili skandallar nedeniyle duydu.

NSU tarafından öldürülen insanlarımızdan Enver Şimşek’in ailesi Münih’teki davada temsil eden Başay Yıldız, aslında tehdit ve hakaret içerikli saldırılara alışmış ve onları görmez gelmeyi becerebilmiş bir insan. Ancak “NSU 2.0” imzalı mektuplar diğerlerinden çok farklı olduğu için polise suç duyurusunda bulunmaya karar verdi. Mektuplarda açık adresi, kendisi ve ailesiyle ilgili özel bilgiler, küçük kızının yaşı ve ismi gibi detaylar da yer alıyordu. Soruşturma açıldıktan sonra adresini değiştirdi ve bu tabii ki daha da gizli tutuldu. Ancak “NSU 2.0” bu adresi de öğrendi. Tehdit mektupları devam etti. Bu arada başlatılan soruşturmada söz konusu adres bilgilerinin Frankfurt’un tam ortasındaki 1 No’lu polis karakolundan çıktığı ortaya çıktı. Ardından da söz konusu bilgilerin soruşturulduğu bilgisayardan sorumlu polisin de içinde olduğu bir aşırı sağcı sosyal medya grubu ortaya çıkarıldı. Zamanla çok sayıda polis hakkında soruşturulma açılmasına ve disiplin cezalarına almasına neden olan bu skandal halen devam ediyor. Çünkü gizli kişisel bilgileri ne olduğu halen bilinmeyen “NSU 2.0”a teslim ettiklerine dair kuşkulara hedef olan polis memurları, 2018 yılından beri “susma hakkı”nın kullanıyorlar.

Bu arada geçtiğimiz mayıs ayında Berlin’de gözaltına alınan bir kişinin söz konusu mektupları yazdığı iddiasıyla bir kişi olduğu açıklandı. Geçen hafta Frankfurt’ta mahkemeye sunulan iddianamede bu kişinin 2018-21 arasında 116 kişiye hakaret ve tehdit içerikli mektuplar gönderdiği için yargılanması isteniyor.

Seda Başay-Yıldız, avukatlığına devam ediyor. Müvekilleri arasında Hanau katliamında çocuklarını yitiren aileler de var.

Bu arada Hitler’e karşı isyan eden ve bu nedenle yaşamını yitiren Alman generallerinden Ludwig Beck adına, Hessen eyaletinin başkenti Wiesbaden’ın verdiği “Cesaret Ödülü”nü alan Seda Başay Yıldız, küçükken annesine yapılan bir haksızlığa isyan ederek karar verdiği avukatlık mesleğini korkusuzca sürdürüyor.

Almanya’daki birinci kuşaktan babası Orhan Başay (72) da yanında. Almanya’ya işçi olarak çalışmaya 1964’te gelen Orhan Başay, kısa bir süre sonra turizm ve seyahat alanında kendi işini kurmuş, son zamanlarda da kızına destek veriyor ve onunla birlikte fiilen çalışıyor.
Bu ülkedeki hak ve hukuk mücadelesine katılıyorlar.

***

İlk işçiler Osmanlı döneminde gitti

Almanya, çalışmak üzere gelen Türk işçilerini 1960’lardan çok önce, Osmanlı döneminde tanıdı. Başka kaynaklardan doğrulayamadığımız için sayı veremiyoruz, ancak I. Dünya Savaşı öncesi yıllarda yüzlerce (kimi kaynaklarda sekiz bin rakamı var) Osmanlı vatandaşının işçi olarak bu ülkede bulunuyordu. Bunların çoğu, ürünlerini genellikle “Osmanlı”yı, çağrıştıran (Yenice, Pera, Enver Bey) marka isimleriyle pazara süren sigara fabrikalarında çalışıyordu. Bunlara daha sonra da I. Dünya Savaşı devam ederken meslek eğitimi için gönderilen gençler katıldı. Bir yandan çeşitli fabrikalarda çıraklık yaparak meslek öğrenen bu gençlerin büyük bir bölümü savaşta yaşamını yitiren Osmanlı askerlerinin yetim çocuklarıydı. Bu gençlerin Almanya’ya gönderilmesi ve oradaki meslek eğitimi süreçleri Berlin ve İstanbul’daki Türk-Alman dostluk dernekleri tarafından düzenleniyordu. Berlin Alman-Türk Cemiyeti’nin faaliyet raporlarına göre 1918’de bu kurumun sorumluluğu altındaki gençlerin sayısı bin 500’ü buluyordu. Bunların yanı sıra 500 genç işçi olarak, 100 genç de Harbiye Bakanlığı’nca meslek eğitimine gönderilmişti.