Sosyal demokrasinin kalesinde ırkçı İsveç Demokratları ülkenin ikinci büyük gücüne dönüşürken koalisyon hükümetine de dışardan destek veriyorlar. Merkez partilerin erimesi aşırı sağı besliyor.

Krizden besleniyorlar
Refah devleti şovenizminin bir ifadesi olan "Önce İsveçliler" söylemi aşırı sağcı İsveç Demokratlarının da argümanı. (Fotoğraf: bohuslaningen.se)

Ali ÖZTÜRK, Araştırmacı-Yazar

İkinci dünya savaşı faşist, nazist ve ırkçı fikirlerin nerede ise bütün dünyayı tehdit ettiği, etkilediği bir dönem olarak karşımıza çıktı. Devletler düzeyinde örgütlenmiş olan bu yapılar savaş sonunda yenildiler ancak özellikle 1990’lı yıllarda sosyalizmin tarihsel bir döneminin yenilgi ile bittiği krizlerin ve umutsuzluğun hâkim olduğu bir dönemde yeniden yükselişe geçtiler. Savaşı takip eden on yıllar boyunca Batı Avrupa Demokrasileri dikkat çekici bir biçimde sosyal ve politik rahatlık dönemi yaşadılar ancak ellili yılların toplumsal uzlaşı ve umut dolu yılları 70’li yılların sosyal hareketleri ve krizler sonucunda iyimserliğin kaybolduğu, refah devletinin zayıfladığı bir döneme evrildi.

Bugün Avrupa’daki birçok ülkede yabancı düşmanı, aşırı sağcı, ırkçı ve faşist hareketler önemli bir politik güç biriktirdiler. Burjuvazinin genel olarak artık bir gelecek tahayyülünün olmadığı sosyalistlerin ise genel olarak etkisiz ve zayıf olduğu içinden geçtiğimiz dönem, çözülemeyen krizler nedeni ile umutsuzlukla yoğrulan kitleler için önemli bir çekim merkezi olmaya devam ediyor.

İSVEÇ’İN CİLALI İMAJI

İsveç’in dışarıdaki imajı kuzeyin incisi, çevreci ve barış destekçisi, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, cinsiyet eşitliğinde ön sıralarda yer alan bir refah devleti üzerine oturtulmuştur. Yine İsveç özellikle 1960’lı yıllarda üçüncü dünyadaki özellikle Latin Amerika’daki  bağımsızlıkçı/sosyalist hareketlere Afrika ve Güney Afrika’daki ırk ayrımcı yönetimine karşı ANC’ye verdiği destekle bilinmektedir. Bununla birlikte İsveç hakkında bilinmeyen ya da çok dillendirilmeyen ancak  adil bir resim oluşturulması için gerekli olan başka parçalar da vardır. Bu yazı da bu konularda genel bir çerçeve çizmeye çalışılacaktır.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE NAZİZMLE İŞBİRLİĞİ

İsveç ikinci dünya savaşında tarafsız (!) kalmış ve Nazilerin kendi ülkelerinden tren yolunu kullanarak geçip Norveç’i işgal etmesini kabul etmiş olan bir ülkedir. Nazizm’in yükselişte olduğu dönemde Uppsala kentindeki Irk Biyoloji Enstitüsünün ari ırkın kafatası ölçülerini belirleme konusundaki çalışmaları çok bilinen bir durum değildir. Yine o dönemde Yahudilerin pasaportlarını (J) harfi basılarak kolayca ayırt edilmelerinde de İsveç’in payı vardır 1941 Stalingrad yenilgisine kadar ülkeye bir tane bile ‘Yahudi’ kabul etmeyen İsveç savaşın sonlarında Beyaz otobüsler ile Yahudilerin İsveç’e gelmesini örgütlemiştir.

IRKÇILIK, NAZİZM FAŞİZM VE ŞİDDET

Irkçılık tarihin sınıflar ya da uluslar arasında değil kendi ırkının diğer ulus ya da ırklardan daha iyi, üstün olduğu ırklar/milletler arasında bir mücadele savı üzerine şekillenmiştir. Siyasal alanını genişletmek için ‘düşman olarak tarif ettiği herkese saldırmaktan hatta iktidara geldikleri yerlerde -ikinci dünya savaşında Yahudi ve Romenlerde olduğu gibi- katliamları siyasal bir araç olarak kullanmaktan çekinmeyen bir harekettir. İşte İsveç Demokratları bu geleneği devam ettiren bir parti olarak İsveç’in polarize olmasını engellemek ve ortak kültürel bir kimliği korumak için ülkeyi istila ettiğini iddia ettiği yabancılara (onlar) ve biz (etnik İsveçliler) çatışmasına taraf olmak için kurulmuştur.

İSVEÇ İSVEÇLİ OLARAK KALMALI!

İsveç demokratları (İD) kendisini daha önceleri  milliyetçi demokrat bir parti olarak tanımlasa dahi 2021 yılından beri kendisini milliyetçi, sosyal muhafazakâr bir parti olarak tanımlıyor. Ancak bu kendi tanımlamaları diğer yapılar tarafından ırkçı, aşırı milliyetçi, aşırı sağcı popülist hatta faşist olarak tanımlanıyor. Parti temel olarak mülteci-göçmen alımın sınırlandırılması/durdurulması, suçla  etkin mücadele edilmesi, emeklilerin koşullarının iyileştirilmesi gibi söylemlerle kendini görünür kılıyor. Partinin ilk defa oy kullanacak genç seçmenler arasında geçen seçimlerde aldığı oyun nerdeyse iki katını almış (% 12- %22 olması da altı çizilmesi gereken bir durum. 2006 yılında partinin yükselişi geleneksel sağ- hatta sosyal demokrat partileri tehdit eder hale gelmişti. Bu gelişmeler karşısında Ilımlılar, mülteci ve göçmen meselesini seçimlerin ana ekseni olarak gördüklerini açıkladılar. Sosyal demokratlar ise İD konusunda sessiz kalıp görmezden gelmeyi tercih ettiler.

İsveç Demokratları 6 Şubat 1988 yılında Stockholm’de kuruldu Genel Başkanı 2005 yılından beri Jimmie Akesson.  Partinin kurucuları arasında daha önce aşırı sağcı, nazist partilere üye birçok isim bulunuyordu. Parti’nin ilk programında ‘Biz İsveç’in sahip olduğu sorunların büyük bir bölümünün milliyetçilik merkezli bir siyaset çözülebileceğine inanıyoruz denilmişti.

Partinin oy oranlarını incelediğimizde karşımıza şu tablo çıkıyor;

1991 yılında Meclis ve Belediye seçimlerine katılan İsveç Demokratları ilk defa belediye seçimlerinde 1 encümen kazandı. 2010 yılında yapılan seçimlerde yüzde dört barajını yüzde 5,7 oy alarak aşmayı başardı. 2002 seçimlerinden sonra yapılan bütün seçimlerde oylarını iki katına çıkarmayı başarması ile dikkatleri üzerlerine topladılar. Meclise girmeyi başarmış olmasına rağmen 2021 yılına kadar mecliste bulunan diğer partiler hiçbir şekilde beraber hareket etmeyi kabul etmedi ve parti tümü ile yalıtıldı. 2021 yılında mecliste yer alan ID’den sonra en büyük sağcı parti olan Ilımlılar (Moderaterna) ve Hıristiyan Demokratlar (HD) iş birliğine artık açık olduklarını deklere ettiler. Bunu Liberal partinin tutum değişimi takip etti. Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Sol Parti, Çevre partisi ve Merkez parti ise hala ID ile iş birliği yapma fikrine hala uzak duruyorlar. İsveç demokratları 2014 seçimleri sonrasında aldığı %9,7 oyla  Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor ve Avrupalı Muhafazakâr ve Reformistler grubuna üyedir.

1922 yılında yapılan seçimlerde İsveç’in ikinci büyük partisi olmasına rağmen İD hükümet kuracak parlamento çoğunluğu sağlayamayacakları ve toplumsal tepki nedeni ile geleneksel merkez sağın kurduğu koalisyon hükümetinde yer almamış, kurulan sağcı azınlık koalisyonuna dışardan destek vermeyi tercih etmiştir.

 

AVRUPADA AŞIRI SAĞCI DALGA

Sadece İsveç’te değil bütün Avrupa’da ortaya çıkan bu durumun tarihsel süreçlerle birlikte olayın enine boyuna irdelenmesi zorunluluğunu ortaya çıkardı. Geçmişten gelen ve süreğenleşen ile farklılaşan konuları inceleyen bu çalışmalarda neden sonuç konusunda farklı fikirler ortaya sürüldü. Kimileri bu gelişmenin nedenini ekonomik krizlere ve çok hızlı yaşanan toplumsal dönüşümlere bağlarken, kimileri de  68 hareketinin devamı olarak ortaya çıkan sol liberalizm ve Marksizm’e  ve özel olarak kadın hareketi, HBTQ hareketine ve çevre hareketlerine bir tepki olarak ortaya çıkan bir hareket olduğunu savunuyorlar. Bu araştırmalar yeni aşırı sağcı hareketlerin birçoğunun kökenlerinde Nazi ya da faşist hareketlerle indirekt  bağlantıları olduğunu ortaya koyuyor. (Front National, Vlaams Belang, SD). Ancak Danimarka ve Norveç örneklerinde olduğu gibi halkın durumdan duyduğu memnuniyetsizlikleri popülist  şekilde örgütleyen aşırı sağcı partiler de var. Genel olarak Avrupa toplumlarında  mülteci-göçmen konusunun gündemin üst sıralarına yükselmiş olması nedenlerden biri ise diğer neden ise seçmenlerin geleneksel parlamenter partilerden umudunu kesmiş olmasıdır. Genel olarak seçmen kitlesi biriken sorunlardan egemen siyasi partileri sorumlu tutarak çözümün sorunu yaratanların dışında kalan partiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Endüstri toplumundan, post endüstriyel topluma geçilmesi, artan uluslararası rekabet, refah devletlerinin krizi aşırı sağcı partilerin söylemlerinin özellikle diğer rejim partilerinden umudunu kesmiş olan işçiler ve memurlar ev küçük teşebbüscüler arasında karşılık bulmasına neden oldu. Geleneksel rejim partilerinin ekonomi politikalarının birbirinin benzerine dönüşmesinin de bu sürece ciddi etkisi olduğu ve bu alanı aşırı sağcı/faşist hareketlerin doldurduğuna dikkat çekerek partilerin yeni liberalizm, yabancı düşmanlığı ve otoriterlik üzerine şekillendiğini söylüyorlar.

Post endüstriyel topluma geçiş yeni bir alt sınıf yarattı bu durum toplumlarda derin  sosyal gerilimler  yaratmakla kalmadı adete toplum içinde bir yarılmaya neden olduğunu savunan tezler aşırı sağcı partilerin gelişimini kapitalizmin krizleri ile eşleştiren ve  liberal demokrasilerde olağan olmayan durumların bir sonucu olarak ortaya çıkması ile açıklamaya çalışmaktadır. Ancak bazı empirik veriler durumun sadece bununla açıklanamayacağını göstermekte ve kanıt olarak da işsizliğin görece düşük, refah devletinin genel olarak işlediği, iş piyasasının çatışmadan uzak olduğu yani ‘toplumsal krizlerin’ etkisinin az olduğu Norveç, Danimarka’da bu hareketlerin güçlendiği hatırlatılıyor.

Yine İsveç’te ekonomik büyümenin had safhada olduğu bir dönemde ortaya çıkan ve meclise girmeyi başaran yabancı düşmanı aşırı sağcı Yeni Demokrasi partisi (1991-2000) 1930’ların krizlerini andıran bir kriz döneminde kendisini lav etmek zorunda kalması da aşırı sağın krizler nedeniyle güçlendiği tezini çürüten bir örnek olarak gösterilmektedir.

GELENKSEL PARTILER NEREDE HATA YAPIYOR?

Aşırı sağcı/yabancı düşmanı partilerin yükselişe geçtiği dönemlerde egemen  sağ siyasi partiler bunu karşı söylem geliştirmek yerine onların ‘siyasi önermelerini sahiplenerek’ duruma müdahil olmaya çalışmaktalar. Bu da merkez sağ partiler ile aşırı sağcı partilerin birbirlerine benzemelerine ve geçirgen hale gelmelerine neden olmakta aşırı sağcı partilerin yasa önerileri bir süre sonra geleneksel egemen siyasal aktörler tarafından hayata geçirilmektedir.

Irkçılık karmaşık bir olgudur ve esneklik ve dönüşüm yeteneği bu ideolojinin temel özellikleridir. Bu nedenle, onu analiz eden araştırmanın hem intrapsişik hem de sosyal fenomenleri içeren ve bireysel özelliklerin yanı sıra kurumsal özelliklere odaklanan bir anlayış çerçevesine sahip olması gerekir. Aşırı sağcı partiler için ‘ırkçı’ tanımlamasını kullanmak yerine daha yumuşak kavramlar; yabancı korkusu, yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı tanımları kullanılmakta kültür ırkçılığı kavramı dışında ırkçı kavramını kullanılmaktan imtina edilmektedir. Aslında yapılması gereken şey ‘ırkçılık’ kavramından uzaklaşmak değil  tam tersine birden fazla ‘ırkçılıklardan’ söz etmek olmalıdır. Bir yandan  dışlayıcı ırkçılık olarak kaybedenlerin ırkçılığından söz ederken öte yandan ‘kazananların’ yani  kapitalizme entegre olmuş ve küresel ölçekte kendisini yeniden üreten ve toplumun merkezinde olanların ‘sömürücü ırkçılığından’ söz etmek gerekiyor.

Son dönemde kullanıma sokulan ‘Nefret suçu’ kavramı da sorunludur. Bu kavramsallaştırma, ırkçılığın bir güç eyleminden bir duyguya veya psikolojik niteliğe dönüşmesine neden olmaktadır. Nefret suçu kavramının, ırkçı ifadelerin psikolojik eğilimlere, duygusal bir etkiye, eksikliğe ve bu şekilde anormal ve olağandışı  olarak atfedilmesine neden oluyor. Böylece ırkçı ve cinsiyetçi eylemler sessizce duygu ifadelerine, tutku suçlarına dönüştürülüyor.

Güç, başka bir kişi veya kaynaklar üzerindeki kontrol (en azından potansiyel olarak) ve genellikle kişinin kaynaklarla olan ilişkisidir. Nefret suçu olarak tanımlanan olgulara ilişkin suç ya da suçları işleyenlerin yaşamın diğer alanlarında güçten yoksun  olsalar da ırkçı ideolojiyle özdeşleşerek bir güç sahibi konumuna geldiklerini göstermektedir. Ancak  aşırı sağ ve ırkçılık konusunda bir açıklama modeli oluşturulmak isteniyorsa- ki bunun yapılması gerekir- feminizm, sömürgecilik sonrası psikoanalitik teori ve sosyal psikolojinin de dahil edildiği bir çalışma modeli olgunun anlaşılması ve çözümlenmesi konusunda yardımcı olacaktır. Aksi takdirde, insanların kaygı ve korkuları hakkındaki konuşmaları basit ve düz bir soruna indirgenmiş olacaktır.

Milliyetçi ideolojilerde kadınlara ’ulusun geleceği’ için özel bir rol atfedilmektedir özellikle aşırı sağcı çevrelerde dışardan gelen göçün en azından dengelenmesi için çocuk doğum oranın yükselmesi gerektiği tezleri savunulmaktadır. Yine ülkede yaşayan yabancılar arasında ki doğum oranının etnik çoğunlukta olanlardan daha fazla olması da geleceğe ilişkin bir korku senaryosu yazılmasına neden olmaktadır. Yine kürtaj hakkı konusu yabancı düşmanı ve ırkçı çevrelerce ‘ulusun geleceği’ için kısıtlanması gereken bir alan olarak ifade edilmekte ve kürtaj sadece tecavüz ya da hayati tehlike olması durumda bir hak olarak görülmektedir.

PEKİ NEDEN BÖYLE OLDU?

Endüstri toplumundan, post endüstriyel döneme geçerken Batı Avrupa Toplumları küreselleşme, bireyselleşme, yeni liberal ekonomi uygulamaları, göç ve göçmenlik olgusunun ortaya çıkardığı çok etnisiteli çok kültürlü toplumların bir realite haline gelmesi  ve orta sınıfların sorun ve çözümü konusunda aşırı sağın söylemleri ile örtüşmesinden ve diğer siyasi aktörlerin atıllığından dolayı  aşırı sağcı- faşist partiler kitleselleşebilmiştir.

Refah devleti şovenizmi olarak tarif edilebilecek hakların sadece ülkenin etnik kimliğine sahip olanlar için geçerli olması ‘Önce etnik İsveçliler!’ söyleminde olduğu gibi anayasa ve hakların diğer gruplar için geçerli olmadığı bir sistem isteminin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmakta ve demokrasinin eşit haklar üzerine kurulu eşit vatandaşlık ilkesinin artık herkesi kapsamaması gerektiği açıkça savunabilmektedir.

İsveç Demokratları parti programının ve toplumsal istemlerin mükemmel olarak örtüşmesinden dolayı bu güce erişmediler. Bu güce erişmelerinin arkasında geleneksel göç ve mültecilerin katılımı ile  toplumsal alanda ortaya çıkan  sorunları görmezden gelen ya da önemsemeyen  partilerin vurdum duymaz yaklaşımları ve gerçeklikten kopan ve  seçmenlerin gördüğü gerçekliliğe yabancılaşmış  geleneksel parti refleksleri İD’nin güçlenmesinin önünü açmıştır. Bununla birlikte, ırkçı hareketlere verilen yaygın desteğe, göçmenlere ve mültecilere yönelik endişe verici derecede çok sayıda fiziksel saldırıya ve Holokost inkârı ve saf anti-semitizm gibi tarihsel revizyonizm vakalarının sayısındaki genel artışa rağmen, çağdaş yabancı düşmanlığını Nazizm’i veya beyazı karakterize eden ırkçılıkla karıştırmak veya eşitlemek yanlış olur. Yabancı düşmanlığı, refah içinde olan Batı Avrupa toplumlarının nüfusunun refah adalarını yoksulluk, çevresel bozulma, etnik gruplar arası şiddet ve artan çaresizliklerle dolu bir dış dünyaya karşı kendisini koruma arzusundan ziyade ırkçılığın yeniden canlanmasının bir ifadesidir. İçeride kitlesel işsizlikle birlikte ekonomik ve sosyal altyapıda köklü bir değişiklikle karşı karşıya kalan Batı Avrupa vatandaşları giderek içe dönüyorlar. Son yirmi yılın kültürel ve politik mücadelelerinden bıkmış, çok kültürlü toplumların ortaya çıkardığı yeni çatışmalarla yüzleşmeye hazır değiller ve kronik  bütçe açıklarına ve artan ulusal borç nedeniyle artık yerleşik etnik, kültürel ve sosyal topluluğun dışında kalanların bu haklardan yararlanmasını ya da bunlarla ilgili alanların devlet bütçesinden finanse edilmesine eskisi gibi istekli değiller. Aşırı sağcı partilerin hepsinin mutlaka ırkçı olması gerekmediği gibi, ırkçılığın batı liberal demokrasilerine yabancı bir olgu gibi ele almak ırkçılığın sürekliliği ve değişimini tarihsel olarak görmek, biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçişi reddetmeyen ve ırkçılığı da sadece Nazizm ile sınırlı görmeyen bir bakış açısı ile mümkün olacaktır.

Irkçılığı bir ideoloji olarak anlamak, ırkçılığı doğallaştıran mekanik bir model oluşturmak yerine ırkçılığın temelinde neler olduğunu keşfetmek ile mümkündür.  Aşırı sağcı bu partilere desteğin sadece krizlerin bir sonucu olarak açıklanmaya çalışılması ve farklı gruplar arasında oluşturulan sınırlar ve kategorileri göz ardı eden bir yerden meseleyi açıkladığı oranda eksiktir. Irkçılık yerine kullanılan alternatif kavramlar; göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, Avrupa’nın sömürgeci tarihinde yer alan ırkçılığı sadece geçmişe ait bir şeymiş gibi sunarak ırkçılık-ulus devlet-faşizm-nazizm-yabancı düşmanlığı ve aşırı sağ arasındaki tarihsel bütünlüğün gözden kaçırılması riskini taşımaktadır.