Merkez partilerin sağ çıkışları aşırı sağı daha da güçlendiriyor. Irkçı AfD, yüzde 20’yi aşan anket sonuçlarıyla ikinci büyük siyasi güç konumuna geldi. Son iki hafta içinde iki seçim kazandılar.

Almanya’daki son kamuoyu yoklamalarına bakılırsa bu pazar günü genel seçim yapılsa ülkedeki aşırı sağcı örgütlerin en güçlüsü olan AfD (Almanya için Alternatif) ortalama yüzde 19,4 oy oranıyla Federal Meclis’teki ikinci büyük parti olabilecek durumda.

Kimi anketlere göre oy oranı yüzde 21’i bulan AfD böylece merkez sağdaki Hıristiyan birlik partileri ittifakı hariç (CDU/CSU), başta iktidardaki üçlü koalisyon partileri SPD, Yeşiller ve FDP (liberaller) olmak üzere parlamentoya girebilecek durumdaki tüm partileri geride bırakıyor.

10 yıl önce kurulan ve büyük bir hızla Almanya’daki ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, İslam ve Yahudi düşmanı ve diğer ayrımcı güçlerin, neo – nazi eğilimli örgüt ve grupların çatı partisi konumunu kazanmayı başaran AfD’nin geçtiğimiz iki haftadaki yerel seçimlerde gösterdiği başarılar da bu eğilimi doğruluyor.

BİR HAFTADA İKİ SEÇİM

Son olarak ülkenin doğusundaki bir bölge (Thüringen eyaletindeki Sonneberg Kaymakamlığı) ve bir kentteki (Saksonya Anhalt eyaletindeki Raguhn-Jessnitz kasabası) seçimlerin ikinci turunda AfD’nin adayları, kendilerine karşı tüm partilerin desteklediği adayları geride bırakarak ülkenin ilk aşırı sağcı kaymakamı ve belediye başkanı unvanlarını kazandılar. Her iki seçimde de seçmen sayısı, katılım oranları ve kazananla kaybeden adaylar arasındaki oy farkı küçük olmasına rağmen, aşırı sağcıların bu başarısı, son kamuoyu yoklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde Almanya demokrasisin ağır bir krize doğru yuvarlandığını gösteriyor.

Danimarka, Avusturya, İtalya, Hollanda ve İsveç gibi Batı Avrupa ülkelerinde doğrudan hükümet koalisyonlarında yer alan aşırı sağcıların Almanya’da da benzeri siyasi gelişmelerin anahtar gücü halini alıp alamayacağını önümüzdeki aylarda (Hessen ve Bavyera) ve önümüzdeki yıl (Brandenburg, Saksonya ve Thüringen) gerçekleştirilecek eyalet seçimlerinde göreceğiz.

Başta Hristiyan demokratlar ve liberaller olmak üzere gelecekteki potansiyel ortakları olabilecek partilerin merkez yöneticileri AfD’yle her düzeyde işbirliğine karşı olduklarını açıklıyorlar, ancak son yıllardaki gelişmeler demokrasiden yana güçlerin bu alanda sürprizlere hazırlıklı olmaları gerektiğini gösteriyor. Özellikle CDU’dan alt düzeydeki politikacıların “en azından yerel düzeyde” de olsa AfD’yle işbirliğini doğal ya da gerekli gösteren açıklamaları, bu doğrultudaki pratikleri bunun kanıtı. 2020 yılında Thüringen’de liberal parti FDP’nin başkanının CDU ve AfD’li milletvekillerinin oylarıyla eyalet başbakanlığına seçilmesinin neden olduğu krizin etkileri halen sürüyor. Dönemin CDU’lu Federal Başbakanı Merkel’in müdahalesiyle demokratik partiler bu “arıza”yı bir ay içinde giderip, Sol Parti-SPD ve Yeşiller’in azınlık hükümeti kurdular, ancak bu durum başta Thüringen olmak üzere özellikle Almanya’nın doğusundaki eyaletlerde AfD’nin gücünü daha da artırdı. Thüringen’deki seçim taktiğiyle demokratik partileri şok eden AfD’nin bu eyaletteki örgütlenmesinin başında halen partinin en radikal liderlerinden Björn Höcke yer alıyor. Sosyal bilimciler, Almanya’daki iç istihbarat teşkilatı BfV’nin (Anayasa’yı Koruma Örgütü) resmen takibi altında olan Höcke’nin açıklamalarını faşist, ırkçı, tarih revizyonisti (Hitler dönemindeki insanlık suçlarını inkar eden), anti semitist olarak tanımlıyor, nasyonal sosyalizmin dili ve fikirlerini kullandığına işaret ediyorlar. Bir dönem parti üyeliğinden atılması bile gündeme gelen bu politikacı, artık AfD’nin en güçlü liderlerinden biri...

AfD’NİN YÜKSELİŞİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki çeşitli aşırı sağcı partiler zaman zaman eyaletler çapında kısmi başarılar kazanmış olsalar da 2013 yılında AfD’nin kuruluşuna kadar federal düzeyde marjinal siyasi güç olarak kalmışlardı. Ancak AfD’nin kuruluşunun, özellikle de 2017’de yüzde 12,6 oy oranıyla Federal Meclis’e girmesinin ardından bu durum büyük hızla değişti. Kendi içinde sürekli çalkantı içinde olan, bünyesindeki neo-nazi bağlantılı üyeleri nedeniyle kısmen de olsa istihbarat teşkilatının takibatı altında olan AfD’de çeşitli kanatlar arasındaki güç kavgası nedeniyle kurucularından birçoğu artık parti üyesi bile değil. Ancak kendi içindeki bu sorunlar AfD’nin aldığı kitle desteğinin istikrarlı bir biçimde artmasına engel olamadı.

AfD’nin güçlenmesinde pandemi ve Ukrayna savaşı nedeniyle daha da derinleşen ekonomik krizden etkilenen, gelecek korkusu yaşayan orta kesimlerin, işini kaybetme endişesi içindeki işçilerin ya da işsizlerin kulak verdiği demogojik propogandanın etkisi var elbette.

Pandemi dönemindeki sınırlandırıcı önlemlerin, zorunlu aşı uygulamasının ve son dönemlerde de konut sahiplerine gelecekte ağır yükümlülükler getirmesi sözkonusu olan çevreci politikalarla ilgili kafa karıştıran tartışmalar da AfD’ye hizmet ediyor.

Ancak siyasal gözlemciler son gelişmelerin özellikle gerek sosyal demokratlar, yeşiller ve liberallerden oluşan hükümet koalisyonunun, gerekse de merkez sağ ana muhalefetin ve ana akım medyanın yaşanan güncel gelişmelere ilişkin siyasi söylemlerinin ve politikalarının sağa kaymasından kaynaklandığına işaret ediyorlar.

SAĞ POPÜLİZM TUZAĞI

Almanya’nın saygın siyaset ve kültür dergilerinden “Konkret”in bu konudaki sorularını yanıtlayan Prof. Gideon Botsch, AfD’yle ilgili kamuoyu yoklamalarını değerlendirken “Burada öncelikle konuştuğumuz öncelikle anket sonuçları, gerçek bir başarı değil” hatırlatmasını yaptıktan sonra, “Demokratik partilerin sağ popülizm politikalarıyla seçmen kazanma umutları esas olarak aşırı sağcı partilerin güçlenmesine neden oluyor” diyor.

Postdam Üniversitesi’ne bağlı aşırı sağ ve anti semitizm araştırmalar bölümünü yöneten Botsch, Almanya’daki son durumun medyanın ve demokratik partilerin performansından kaynaklandığına işaret ediyor. Merkel hükümeti döneminde de bir ara AfD’yle ilgili anket sonuçlarının şimdikine yakın düzeye çıktığını hatırlatan Botsch’ın açıklaması önemli: “O dönemde hükümet koalisyonu içindeki partilerinden biri olan CSU, hükümete karşı sağdan muhalif tutumdaydı. Şimdi de benzer bir durumu FDP’yle yaşıyoruz. Bir koalisyon partisi hükümete sağdan muhalefet ediyor. Bunun yanısıra eş zamanlı olarak Hıristiyan birlik partileri de benzer şekilde sağ uçta muhalefeti sürdürüyor ve sosyal demokrasinin de bir bölümü buna katılma eğilimi gösteriyor. Tüm politikalarda değil ama iç güvenlikte, iklim aktivistlerinin eylemlerinin kriminalize edilmesinde ve her şeyden önce de göç politikasında.”

SAĞA AÇILMA AfD’NİN İŞİNE GELİYOR

AfD’nin önce anketlerde, sonra da seçim sandıklarındaki güçlenmesini demokratik partilerin sağ retoriğe yönelmesinden kaynaklandığını tespit eden başka ciddi araştırmalar da var. Bütün bunlardan çıkan sonuç, özellikle son zamanlar CDU ve CSU’nun genel başkanları Friedrich Merz ve Marcus Söder’in göç, göçmenler, sığınmacılar, çevreci aktivistlerle ilgili açıklamalarının AfD’nin ekmeğine yağ sürdüğü, bu partinin geniş kitleler nezdinde daha da “normalleşme”sine yol açtığına işaret ediyorlar. Ve de AfD’nin söylemini üstlenerek sağdan seçmen kazanmayı hedefleyen politikaların bunların orjinal savunucularını güçlendirerek, demokrasiye zarar vereceğine de...

AfD’nin nezdinde aşırı sağın güçlenmesinin bir diğer nedeni ise bu partinin Ukrayna savaşına ilişkin tutumu. Ukrayna’dan gelen yüzbinlerce mülteciye açıkça karşı olan AfD, Almanya’nın savaşta NATO ve Ukrayna’yı desteklemesine de muhalefet ediyor, biran önce ateşkes ve barış görüşmeleri çağrısında bulunuyor, Rusya’ya karşı ekonomik ambargolara karşı çıkıyor. Bütün bunları yaparken “Olanlar kötü. Ancak biz Almanya’nın kendi çıkarlarını gözetmeliyiz” tavrını savunarak, savaşın yaygınlaşmasından endişe duyan geniş kitleleri temsil etmeyi hedefliyor. Sol Parti’yi bile karıştıran, bölünmenin eşiğine getiren bu önemli konuda puan kazanıyor. Gelecekte kendisine en yakın partiler CSU, CSU ve FDP’yle işbirliği söz konusu olduğunda bu tutumunu sürdürmesi zor ama şimdilik “savaşa karşı, barıştan ve diplomasiden yana tek parti” görüntüsü veriyor.