"Türkiye solu en genel haliyle devrimci, demokratik bir cumhuriyeti inşa etme hedefini önüne koymalıdır."

100. yılına doğru Cumhuriyet ve sol
Fotoğraf: Depophotos

Bu topraklarda cumhuriyet fikrinin filizlenip gelişmesi, Cumhuriyet’in resmi olarak ilânının çok öncesine uzanır. 1923 sonbaharında Cumhuriyet’in ilânı belki pratik bir meseledir ancak II. Meşrutiyet’ten itibaren yapılan tartışmalara bakıldığında halk egemenliğini tesis etme mücadelesinin Osmanlı hanedanının ve dini otoritenin toplum üzerindeki nüfuzunu geriletmekle iç içe geçtiği görülür. Kurtuluş Savaşı esnasında belirli bir olgunluğa ulaşan cumhuriyet fikri, bağımsızlıkla taçlandırılmış yeni bir başlangıç yapma iradesinin sembolü haline gelmiştir.

Erken Cumhuriyet yıllarında kurucu kadrolar, ulus-devletleşmeyle bir gördükleri cumhuriyet fikrinin daha geniş bir tabana yayılması için bir nevi seferberlik başlatmıştır. Laiklik konusunda atılan adımlar, cumhuriyetçi yurttaş yetiştirmek için inşa edilen kurumlar ve bizzat Halk Fırkası’nın örgütlediği faaliyetler bir yanıyla rejimin meşruiyetini tesis etmek içindir, bir yanıyla da yeni bir toplum oluşturma çabasının ürünüdür. Bununla birlikte, Cumhuriyet’in muktedirleri eşit yurttaşlığın gereklerini, hakların ve özgürlüklerin geliştirilmesini ve sosyalist cumhuriyete doğru yelken açılmasını mümkün kılacak bir yönetim zihniyetiyle barışık değildir. Sınıfsal tercihleri ve moderniteyi kavrama biçimleri bu durumun temel nedenleri arasındadır. Sözü edilen faktörlere rağmen, cumhuriyetçi kadrolar Batı’ya rüştünü ispat etme (entegre olma) kaygısı ile bağımsızlıkçılık arasındaki gerilimi ikincisi lehine yumuşatabilmişlerdir.

Soğuk Savaş’ın başlangıcından itibaren Türkiye’nin ABD liderliğindeki kapitalist ülkeler ittifakına dahil olması, eşit yurttaşlık olanağını ve bunun bir gereği olarak laiklik, antiemperyalizm ve kamucu politikaları tahrip eden, çok yönlü bir süreci hızlandırmıştır. Kendi eğitim, güvenlik, ulaşım, sanayileşme politikasını özgürce belirleyemeyen bir ülkede cumhuriyet ile özdeşleşen bağımsızlık fikri büyük yara almıştır. 1960’ların başlarında Türkiye solunu antiemperyalizm ile cumhuriyet ve kalkınma idealini birlikte savunmaya yönelten de sözü edilen kuşatılmışlık halidir. Kuşatılmışlığın bir tarafında teslimiyetçi bir tavırla kurulmasına izin verilen yabancı askeri üsler, diğer tarafında devlet marifetiyle güçlendirilen dinci ve faşist örgütlenmeler vardır.

1960’lar ve 70’ler Türkiye’sinde Türk sağının merkezi unsurlarında cumhuriyet düşüncesi, çoğunlukçu bir siyaset tarzına, “milli irade” retoriğine, milliyetçi-mukaddesatçı gruplarla pazarlığa kurban edilmiştir. Eşit yurttaşlık ve halk egemenliğinin esamisi dahi okunmuyordur. Türkiye solu 1960’ların ikinci yarısından itibaren ezilenlerin, sömürülenlerin cumhuriyetini kurmanın elzem olduğunu söylemiştir ancak gerek solun kendi iç meseleleri gerek devletin ve paramiliter güçlerin müdahalesi nedeniyle bu hedefi ülke sathında hayata geçirebilecek bir imkâna kavuşamamıştır. Bununla birlikte özellikle 1970’lerde kapitalist devlet ve egemen sınıflar üzerine ürettikleri tezlerle ve pratiklerle devrimci bir cumhuriyetin potansiyeline işaret etmişlerdir.

1980 sonrasında sola açılabilecek bir cumhuriyet potansiyelinin düşünsel ve örgütsel kökleri bizzat devlet eliyle kurutulmak istendi. Askeri darbe ve ardından gelen ANAP hükümetleri farklı taktiklerle Cumhuriyet’in içini boşalttılar. Cuntacılar bunu lider kültüyle cumhuriyeti eşitleyerek, ANAP kadroları ise cumhuriyetçiliği ve sol yorumunu “demode” bir akım olarak yaftalayarak yaptı. Ortak noktaları laikliğe, kamuculuğa, antiemperyalizme örtük bir savaş açmalarıydı. 1990’larda uluslararası rüzgârın da etkisiyle kimlik-kültür eksenine sıkıştırılan siyaset, cumhuriyet fikrini “elitlerin kuruntusuna”, “ayrıcalıkların kaprisine” indirgemek istedi.

Cumhuriyetçi reflekslerin bizzat kendine ulusalcı-cumhuriyetçi diyenler tarafından simge savaşlarına, yaşam tarzı tartışmalarına hapsedilmesi Cumhuriyet’i benimseyen kitleleri halk egemenliği savunusundan ve eşit yurttaşlık mücadelesinden adım adım uzaklaştırdı. Toplumsal mücadeleler ile cumhuriyetçi kesimlerin arasındaki mesafe açıldı da açıldı. İdeolojik tutarlılıktan ziyade anlık tepkilere sıkışan bir muhaliflik biçimi oluştu. Türkiye solu en genel haliyle bu rüzgârı tersine çeviremediğinden, emek eksenli bir politikayla cumhuriyet ilkelerini buluşturamadığından etki alanını peyderpey kaybetti.

Saray rejiminin kurulmasıyla birlikte, “Cumhuriyet”in tabutuna son çivi çakılmış oldu. Halk egemenliğinin çağrıştırdığı doğrudan karar alma idealini bırakın, ulusal egemenliğin cisimleştiği varsayılan Meclis bile işlevsiz hale getirildi. Anayasasızlaş(tır)manın zirve noktasına ulaştığı, süreklileştirilmiş bir olağanüstü hal rejiminin tesis edildiği günümüz Türkiye’sinde yurttaş haklarından ve özgürlüklerinden bahsetmek kâğıt üzerinde dahi imkansız. Laiklik çoktan rafa kaldırılmış durumda, ülke uluslararası şirketlerin ve yerli ortaklarının yağması altında… Saray rejimine son vereceğini, onun yerine güçlendirilmiş parlamenter sistemi inşa edeceğini taahhüt eden muhalefetin ise demokratik bir cumhuriyetin olmazsa olmaz prensiplerini dikkate almadığına hep beraber tanıklık ediyoruz.

Bugün cumhuriyetçi kitlelere yalnızca iktidar değişimi vaat etmenin “Azla yetinin” demek olduğunu, salt “demokrasiye dönüş” retoriğinin halkın somut taleplerine cevap vermekten uzak olduğunu yüksek sesle haykırmak gerek. İktidar değişimi şüphesiz şarttır ancak o değişime giden demokratik yolda hangi ilkelerin hangi araçlarla savunulacağı yabana atılacak bir iş değildir. Cumhuriyet’i bir “nostalji malzemesi” olarak görmek, Altın Çağ anlatısına hapsederek onu politik ve tarihsel bağlamından koparmak ya da yitik günlere ağıt yakarak öfkeli yurttaşları teskin etmek, olsa olsa kitlelerin daha fazla depolitize edilmesine yol açar. Bu da demokratik bir cumhuriyet fikrinin altını oyan egemen güçlerin ve gerici çevrelerin ekmeğine yağ sürer.

Cumhuriyet’i savunmak halk egemenliğini savunmaktır, eşit yurttaşlık mücadelesi vermektir, gerçek bir laiklik savunusunu ve kamucu politikaları o eşit yurttaşlığın bir gereği olarak benimsemek ve uygulamaktır. Ancak bu da sola yüzünü dönen bir cumhuriyet için -elzem olmakla beraber- yeterli değildir. Proleterleşen Türkiye toplumunu sınıf ekseninde politikleştirmeye gayret etmek, iddialı olmak gerekir. Hal böyleyken Türkiye solu en genel haliyle devrimci, demokratik bir cumhuriyeti inşa etme hedefini önüne koymalıdır. Cumhuriyet’in 100’üncü yılında, restorasyon çağrılarına, kimlik siyasetine ya da ulusalcı mitlere hapsolmadan, Türkiye toplumuna yeni bir başlangıç umudu aşılama imkânı, tarihi bir fırsat olarak önümüzde duruyor.